16 Ağustos, 2010

Ne Ona Ne Buna Tam Ortaya







Art Unlimited'in 5. sayısı için yazım:

Her ne kadar queer politika üzerine yoğunlaştıklarını söyleseler de, Adnan Yıldız ve Aykan Safoğlu toplamından oluşan ‘ğ’, ne ona, ne buna, tam ortaya, yani içimize, bize ait temel kavramlar üzerinden eleştirel bir bütün sunmayı başaran bir kollektif. Birinci yılını dolduran ‘Galeri Non’unsa, görkemli vedaların sonraki buluşmalara kadar bağlayıcı bir neden oluşturabileceğine dair güçlü bir kanıtı var: 8 Haziran-17 Temmuz tarihlerini kapsayan, küratörlüğünü ğ’nin üstlendiği ‘Ah Oh’.

Berlin ve İstanbul gibi yolları uzun iki şehri aynı anda yürümeyi başarabilen ‘ğ’, varmak istedikleri noktaya daha erken ulaşmalarını sağlayan direnci, heteroseksist düzenin hâkimiyetine karşı çıkma isteğinden alıyor. İlginç ve etkili olansa, böylesine kesin bir tavrı, kendini dikte etmenin yorucu telaşına düşmeden işleyebilmeleri diyebiliriz. ‘ğ’, queer vurgusunu politik niteliğinden ayırmadan, fakat aynı niteliğin kısıtlayıcı diline de takılmadan, esas meselesini çok katmanlı bir bütün haline getirebiliyor. Sergi dâhilinde görebileceğimiz eserleri birbirine bağlayan soyut ip, aynı zamanda, aile, teslimiyet ve arzu ritüelleri gibi pek çok toplumsal anlamı birkaç kere saracak ve hatta sınırlayacak bir yeterlilik gösteriyor.

Rinus van de Velde’nin kimi modern alışkanlıkları, insanın hayvanı evcilleştirmeye başlamasından beri süre giden efendi-köle ilişkisine ters bir yorum getirmemize olanak sağlayacak bir desene dönüştürdüğü eser, serginin kavramsal dokusunun dönüşümlü yapısını örnekliyor. İç-Mihrak oluşumunun sergi için özel olarak hazırladıkları kurgusal posterlerse, koridorun devamında göreceklerinize sizi hazırlamak ister gibi, cinsel politikalara karşı eleştiriyi yüzünüze çarpıyor. Yani, koridor bir nevi köprü görevini görüyor fakat bu köprü, karşıya geçmeye dair cesaretinizi yeniden düşünmenizi sağlayacak kadar güçlü bir akışın üzerinde yükseliyor.

Oktay İnce’nin ‘Devrim beni aramadı’ isimli belgesel filmi, LGBT bireyler ve örgütlerle yapılmış röportajlardan oluşuyor ve serginin içerisinde bir nevi katalizör görevi görüyor. Yine de, bu kadar net bir çalışmanın doğrudan mesajı, diğer eserlerin kompleks yapısıyla karşılaştırılınca, biraz kapatıcı bir etki bırakıyor. Ben bu etkiden kurtulmak diğer tüm eserlerle izleyici ilişkimi bitirdikten sonra, oturup bu belgeseli izlemiştim.

Hasan Aksaygın’ın sergi mekânında üretilen duvar resmi, serginin üst katında Patty Chang’ın çift kanallı video yerleştirmesine bakıyor. İki eser, belirgin bir uzaklıktan seyredildiğinde, birbirinin öyküsünü devam ettirebilecek bir uyum içeriyor. Aksaygın, anne ile babanın kuşatıcı etkisini yerleşim ve iskâna kapalı Varosha şehri ve Bizans referanslarıyla simgeleştirirken; Chang, anne ve babasıyla birlikte gerçekleştirdiği performansı tersten akan bir kurgu içerisine yerleştirerek telafiye dair bir şeyler anlatıyor. Aykan Safoğlu’ysa, ‘Çükümün Stockholm Sendromu’ ismini verdiği enstalâsyonla, ailenin gelenekle kurduğu yoğun iletişimin en ironik alışkanlıklarından birini somutlaştırıyor. Ailenin cinselliğe yüklediği kanibalist anlamın üzerindeki tül, Safoğlu tarafından yeniden örülüyor fakat bu sefer tül, saydamlaşıyor.

Galerinin alt katında yer alan iki eserse, ‘Ah Oh’nun içerisinde apayrı bir doygunluk düzeyini temsil ediyor. Singapurlu sanatçı Ming Wong, Fassbinder’in ‘Korku Ruhu Yer Bitirir’e kendince bir remix çekmiş. ‘Angst Essen/ Korku Kemirmesi’ ismini taşıyan 27 dakikalık video, isminden de anlaşılacağı gibi, Fassbinder klasiğini sıkıştırıp, bir tür mikro bakış içerisinde tekrar üretiyor. Bu yeniden üretimin en önemli unsurunu oluşturan ince parodi, Fassbinder filmlerindeki durgun ifadenin yarattığı hüznü daha duyarlı bir ifadeye yerleştirip yepyeni bir şiirsel anlamın evrilmesine önayak oluyor. Hemen karşı duvardaysa, serginin en nevi şahsına münhasır eseri yer alıyor. Elfe Uluç, annesi Sevim Burak’la birlikte, ‘Ford Mach I’ romanının yazım süreci içerisinde yaptığı desenleri yıllar sonra yeniden yorumluyor. Anne-kız ilişkisinin içten anlamını da taşıyan bu yeniden yorumlama, esas olarak, Sevim Burak’ın edebiyata kazandırdığı orijinal ifade gücünü hatırlatırken; Uluç, etkili seslendirmesiyle sembollerin içerisinde gizli hipnotik müziği kulağımıza fısıldıyor. Yine de, ‘Ah Oh’ sergisinin kavramsal çerçevesi düşünüldüğünde, Elfe Uluç’un çalışması biraz dışarıda kalıyor. Serginin en güçlü çalışmasının sergi içerisindeki konumuna dair endişeleri aşmak için Sevim Burak’dan ya de Elfe Uluç’tan queer bir anlam mı beklememiz gerekiyor? sorusu, ister istemez, izleyicinin aklına yerleşiyor. Sergi boyunca tüm eserler kendini ifade etmek konusunda problem yaşamazken, bu pürüzsüzlüğü bozmamak için Elfe Uluç’u da böyle bir bağlam içerisinde görmeye çalışmak, Elfe Uluç’un tekliğini tehdit edebiliyor. Fakat bu problemi aşmanın da bir yolu var: ‘Ah Oh’un başarılı ve bütünlüklü mesajının köklerini aradığınızda, insana ait çok naif bir neden bulacaksınız. Bu neden hepimizin varoluşuyla ilgili ve varoluşu bir arada ne kadar yaşayabildiğimizle. Aslında her şeyin başlangıcı, Sevim Burak’ın ‘Everest My Lord’da sorduğu sorduğu o soruya dayanıyor: ‘B E N  N E Y İ M ?.. ‘

Aynı cümle içerisinde bile harflerin birbirine yabancılaşabildiği bir dünyada cesur cevaplar üretebilen bir sergi ‘Ah Oh’.

0 yorum: