11 Ağustos, 2009

Kara Parçaları 7 / 11 Ağustos Salı / BirGün

‘Sevgili Uğursuzluk’

Pazar günü boyunca evden çıkmadım ve günün çoğunu okunacak ne var diye düşünerek kütüphanenin karşısında geçirdim. Son dönemde yaşadığım kimi hayal kırıklıkları yüzünden durgun ve düşünceliydim ve de bu yoğunlukta zaman geçirmek için herhangi bir noktaya sabitlenmem yeterliydi. Anlamsızca kütüphaneye bakıyordum; zaman geçiyordu. Imogen Heap’in yeni şarkısı ‘First Train Home’ çalıyordu arkada ve zaman, getirdiklerini teker teker götürerek geçiyordu. Kütüphanedeki kitaplardan birinin yarattığı çağrışımı, öteki kitapların hatırlattıkları kapatıyordu ve en sonunda, her türlü somut düşünce, kendi isteksizliğimde sönüyordu. Bir saat boyunca şöyle göz gezdireceğim bir kitap bile seçemeyecektim.

Sonunda, en azından parça parça birkaç şiir okuyayım dedim ve en sevdiğim şairlerden bir seçki oluşturmaya başladım. İlk önce Ece Ayhan’la başladım çünkü bu bir ritüeldi, her türlü şiir okumalarım Ece Ayhan ile başlamalıydı. Ayhan ile tanışsaydım, acaba nasıl bir tanışma geçerdi aramızda? Çocukluğumdan beri böylesi abuk soruları seviyorum. Bir tür teselli mekanizmasına dokunuyorum galiba ve bir yerlerden kendimi avutuyorum. Eğer okuduğum çizgi romanlardaki gibi süper güçlere sahip olsaydım, neler yapardım diye saatlerce kafa patlattığımı hatırlıyorum. Galiba Ayhan’la karşılaşmam da herotik bir etkiyi gereksinirdi ve etrafımızda kimi naif fakat tehlikeli ışıklar patlardı. Neon patlamaları hayal ederek rasgele bir sayfa açtım ve ‘Sevgili Uğursuzluk’a çarptım. Kendimi şansız hissettiğim bir dönemim içerisindeydim, yani ellerim yine beni bana sunmuştu. Ece Ayhan’dan bir şiir okudum ve sonra hemen Ayhan’ın yanında konumladığım yaşayan en büyük şair Lale Müldür’e geçtim. Lale’nin şiiri benim için bir tür kırılmaydı. Lale’yle tanışıp arkadaş olunca bu kırılma büyülü bir yeniden yapılanmayı getirdi ve ben şiire dair çok gizli bir sırrı keşfetmişim gibi karşımda duran bu büyük şairin büyüsüne kapıldım. Lale ile bir röportaj vesilesiyle yan yana gelmiştik. O ilk günden sonra, koşarak eve dönüp bir şiir yazdığımı hatırlıyorum. Lale Müldür olmasaydı, yazdığım şiir hızlanamazdı. Neyse, Anemon’u dikkatlice önüme koydum ve kapalı gözlerle bir sayfa açtım. Şairler Artık Hep Mitos, Dağıl, Toz. Son günlerde defalarca tekrarladığım bir şiir bu ve bence çok önemli. Şiirin başlığında bile seçilebilecek farklı ritim, bana kalırsa, modern Türkiye şiiri içerisinde apayrı bir rahatlığı işaretliyor. Fakat şiirin yalnızca ritimden oluştuğu asla söylenemez. Şiir, anlamsal olarak da farklı bir derinliğe uzanıyor. Şairlerin bilindik hırslarına dair yapılan eleştiri, şiirin gizli öznesine bir tür yenilenme çağrısı olarak aktarılıyor. ‘yok et, yok et kendini / ki şiir bir kez daha doğsun külünden’ dizeleri, bireysel yorumumla, Lale’nin üzerimde bıraktığı etkiyi hatırlatıyor ya da kendimi bütünleme yolunda şiirin müdahalelerini. Lale’ye bir selam yollayıp sırasıyla Rimbaud, Eliot, Ted Hughes, Simon Armigate, Réne Char ve Ahmet Güntan’dan birer şiir okudum. Özellikle Ted Hughes’ın ‘Do No Pick Up The Telephone’ şiiri çok hoşuma gitti. Şu anda elimde bulunan Ted Hughes seçmesi, Simon Armigate tarafından edite edilmiş. Yurtdışında uyuşumlu şairlerin hazırladığı bu tür seçkileri önemli buluyorum. Bir şairin etki alanını mimlemesi açısından önemli ve farklı bir bakış açısıyla hazırlanmış kitaplar, seçkiyi hazırlayan şairler açısından da oldukça iyi bir izlek. Bizde de benzerleri yapılabilir. Mesela, Lale Müldür’ün hazırlayacağı bir Ece Ayhan seçmesi ya da Ahmet Güntan’ın hazırlayacağı bir Turgut Uyar seçmesi faydalı olabilir. Ben böylesi eşleşmelerin peşindeyken, sevmediğim bir arkadaşım arıyor ve Ted Hughes’ın öğüdüne uyup telefonu açmıyorum. Yine de, kolay dağılabilir bir formaydım ve toparlanmam için okumalara geri dönmem gerekiyordu. Imogen Heap’i defalarca dinledikten sonra, the Horrors’un son albümüne geçtim ve the Horrors’la en alakasız gidecek mükemmel şiiri aramaya başladım. Çok geçmeden, aslında öykü yazarken bile şiir yazan Sait Faik’in official şiirlerine takıldım. Sait Faik’in bir şair olarak hakkı yendiğini düşünüyordum her zaman. Gittim, bence kusursuz bir şiir olan ‘Deniz’i açtım ve bu sefer tercihimi şansa bırakmadan İçindekiler’e danıştım. Odaya deforme bir müzik dolmuştu fakat ‘Deniz’in pürlüğü, dış çeperleri kutsayan bir büyü gibi, kendini çevreleyen her türlü etkiyi saflaştırıyordu. Sait Faik’ten sonra başka bir şaire sıçramak istemeyeceğimi bilerek, son şiirin tadını çıkarırcasına, yatağıma uzandım ve müziği değiştirip Suede’in ‘the Big Time’ını açtım. Günün sonuna kadar evden çıkmayacak, bir saat boyunca yatakta uzanacak, iki saat uyuyacak, uyanınca biraz yemek yiyecek, sonra tekrar bir şeyler okuyup yatacaktım. Günün kaderini biliyordum ya da daha doğrusu şiirin son iki dizesinde bulmuştum. ‘Çocuklar güneş doğuyor / Çocuklar güneş batıyor’

http://birgun.net/culture_index.php?news_code=1249989111&year=2009&month=08&day=11

1 yorum:

Adsız dedi ki...

mi Şimdi Sevişme Vakti?