15 Ocak, 2010

Dergiden Okumadıysanız: Bir Punk Şiir Öncüsü Olarak Ted Hughes

Bir Punk Şiir Öncüsü Olarak Ted Hughes


Not: 'Punk Şiir' teorisinin benim için hayati bir önem taşıdığını biliyorsunuz. Bu teoriyi geliştirecek yeni yazılar geliyor. Yasakmeyve'nin 40. sayısında yayınlanan ilk parça ise aşağıda:

Eş Parçalar
1980 sonrası İngiliz şiiri, mevcut estetik değerlerin aristokrasi tarafından belirlendiği bir dönemde, bir kuşak önce yaşanan toplumsal direnişin devam ettirildiği tek kültürel alandı ve bu devamlılık, şaşırtıcı bir yapılanmayı ifade ediyordu. 1970’li yılların punk arenasında gençlik alışkanlıklarına karışan şiir; Patti Smith ve Richard Hell gibi önemli müzisyenler tarafından geniş kitlelere sunulmuş, Beat kültürünün bıraktığı mirası takip eden yeraltı şairlerinin gerçekleştirdikleri ses kayıtları sayesinde yeni biçimler kazanmış ve de dönemin ideolojisiyle yakaladığı uyumdan yararlanarak, daha önce uğramadığı iletişim ağları içerisinde büyük bir talep görmüştü. Margaret Thatcher hükümetinin yarattığı baskıcı hava ise, halk kitlelerini sakinleşmeye zorlamış, böylelikle kitlesel dolaşımın zorunlu ivmeleri sekteye uğratılmıştı. Bir patlama etkisi göstermiş punk akımı bile, varoluşunu besleyen müzik kanalından başlayarak, tehdit edici tonunu yitirecek, yerini konformist bir bilince bırakmaya başlayacaktı. Özellikle 1981 yılından sonra yoğunlaşmaya başlayan pop kültürü, şiirin müzikle birlikte sunulduğu çarpıcı performansların önüne geçmeyi başarmış; sayıları hızla artan gece klüpleri, şiiri gençlik kültüründen koparmıştı. Yine de, yaşanan tüm bu gerilemeye rağmen, roman ve öykücülükte de iğdiş edilmiş bir gerçekçiliğin ardına saklanan İngiliz edebiyatı, sessizliğinin içerisinde en büyük devinimini yeni nesil şairlerin ifade problemleri sayesinde yaşayacaktı. 68’den itibaren süregiden algının karşılaştığı sert bunalım, farklı bir süreci tetikleyecek ve toplumsal ilgisizlik, şairler için gereken içbükey harekete olanak tanıyacaktı. Şairler tekrar yalnız bırakılmıştı fakat terk edildikleri ıssızlık, bu sefer taze bir yaşama alanı olarak çiçeklenecekti.

Kimileri için yalnızca bir bilinç aktarımı gibi gözükse de, İngiliz şair Ted Hughes’ın kariyeri boyunca yaşadığı iniş çıkışlar, şairin kendisiyle doldurması gereken boşluğun başka konuklar tarafından işgal edilmesine önayak oldu. Ted Hughes isminin bıraktığı sonlanmamış efsane, bir neden arayan yeni şiir kültürü için gereken hevesi besleyerek, seksenli yıllarda gelişmeye başlayan bu kültür tarafından özenle işlenecek ve hatta -gerektiği biçimde- yeniden kurgulanacaktı. Tüm bu hareketliliğin üzerine, milenyuma yaklaşırken yayınlanan ‘Birthday Letters (Doğumgünü Mektupları)’ gibi çeyrek milyon satmış bir kitapla dünyadan ayrılan Hughes, adı konulamayan bir akımın kaderini tayin ederken, kendi şiir macerasını da benzer bir durumda, bir muğlâklık içinde sonlandırdı. Bu muğlâklık, Hughes’ın söz konusu algı tarafından ‘özne’ ile olan mücadelenin güdümleyicisi niteliğinde sorgulanması için gerekliydi ve gerekliliği bütünleyecek olan diğer görevler, bir çeşit çıkar oyunundan ibaretti. ‘Birthday Letters’ın başarısı, bir teori altında birleşmeyen fakat belirli özellikleriyle modern/kültürel tanımlamalarla uyuşabilen bir dilin onaylayıcısı olarak ortak bir zafer gibi yorumlanacaktı. Ted Hughes, şairin ciddiye alınmadığı bir dönemde, kendine ait parçaları şiiriyle birlikte sunabildiği için, kendinden sonra gelen şairlere cesaret vermişti. Aynı dönemde, Türkiye şiirinin de temel sorunu olan ‘özne’, bizim şiirimizde kapalı ve aslında sunduğu bireyci teoriyle uyuşumsuz bir süreç içinde çözümlenmeye çalışılırken; İngiliz şiiri, krizi aşmak için punk sesin netliğini sembolik bir düzeye taşımayı seçmiş ve anlam açıklığını şairin öznel dünyası içerisinde derinleştirmişti. Ted Hughes, punk şiirin kökleriyle gizli bir birliktelik içerisindeydi.

Peki, Ted Hughes’a böylesi güçlü bir geçerlilik kazandıran güç nereden gelmektedir? Can alıcı soruların cevabı, çok boyutlu düşünülmedikçe tatmin etmez. Hele ki tartışılan konu şiirse, her türlü yorumlama, bir önceki yorumun çok uzağına düşecektir. Yüzeye tutulan binlerce lazer ışını gibi, Ted Hughes’ın bıraktığı şiirlerin yaşayacağı tüm olasılıklar, çeşitli yansıtmalar ve kırılmalardan geçmiştir. Gerçekten de, özellikle ‘Birthday Letters’ın ardından hızla çoğalan ‘Ted Hughes’ çalışmaları, bu olasılıkların baskınlığı altında ezilmektedir. 1930 yılında doğan şair, 27 yaşında çıkardığı ilk kitabı ‘The Hawk in the Rain (Yağmurdaki Doğan)’i takiben, gerek şiiriyle, gerekse özel hayatıyla pek çok değişimi karşılamayı başarmış, yarattığı etkinin gerçeklik sınavından geçmesi, onu bütünlüklü bir kapsama yaymıştır. Anlamlandırmaya çalıştığımız bu etki, parçalara indirgeyemeyeceğimiz kadar yoğun bir yapı içerisine saklıdır. ‘The Hawk in the Rain’ ve ‘Birthday Letters’ arasındaki aritmetik fark bile, aynı mitin içerisinde belirli bir sıralamayla birlikte okunabiliyorken; Ted Hughes’ı sıradan bir algılama sürecine koşullandırmak, eş parçalardan birine sahip olup, bütüne dair çıkarım yapmakla aynı yanlışa çıkar. Belki de bu yüzden, Ted Hughes’ın yarattığı mit-şair havası, kendi parodisini beraberinde taşır. Şair, hayatını kapsayan ne varsa hepsini kendinden kılmış, bu yoğun duyarlılığını doğa ve tarih perspektifinde yeniden sahipsiz bırakmıştır. Ted Hughes’ın yaptığı, bir çeşit lirik değişimdir ve böylesi bir değişim, kimi zaman takip edilmesi zorlaşan bir harekete dönüşebilir. ‘The Hawk in the Rain’deki doğa tasvirleri ve hayvan içgüdüleriyle ile ünlenen Ted Hughes’ın, ‘the Crow (Karga)’ isimli kitabıyla kıyamet tasvirleri yapacak kadar ileri gidebilmesi, işleyen bir planın içinde kaybolmuşuz hissi yaratır ve bu his, kimi zaman bizi şiirden uzaklaştırır. Yeni punk şiirini oluşturan şairler ise, böylesi bir ters bakışımı kendi öznelerini kutsamak için geçerli bir yol olarak benimserlerken, Hughes’ın düzenlemeye çalıştığı döngüyü kaldığı yerden devam ettirebilmişlerdir. Hughes, sanki bir mit-şair olacağını biliyor gibi, ilkin içine düştüğü dünyayı kavramaya çalışarak şiirine başlar. Varacağı son nokta, kimilerine göre kendini önemsemenin gölgesi altında kalmışsa da, kimilerine göre şair olmanın önemini yine şaire kavratmış; şairin kendine biçtiği yeni elbiselerin, dilsel düzeyde de ortak bir imge etrafında örülmesiyle taçlanmıştı.

‘İç dünyaya yapılan yolculuk’
Ted Hughes, hiçbir zaman kendinden kaçmadı ve bu tavrın ödülünü aldığı gibi, cezasını da çekti. Bir antropoloji/arkeoloji öğrencisiyken tanıştığı bir diğer mit-şair(ve yazar) Sylvia Plath ile ilişkisi sayesinde ilk şiirlerini yayınlatırken, daha ilk adımda, kendine ayrılan geleceğe akmaya başlamıştı. Sylvia Plath yarattığı çağrışımlar ve bu iki önemli şairin hastalıklı bir evliliğe uzayan birliktelikleri, Hughes ile olan mesafemizi belirleme zorunluluğu yaratıyordu. Evliliğin hemen ardından çıkardığı ‘The Hawk in the Rain’, bu mesafe hesabını kendi kurallarınca belirleyerek Hughes’ın daha sonraları sık sık tekrarlayacağı ‘sus payı veren’ şiirlerin ilk örneklerini içeriyordu. Kitap, hayvan içgüdüleriyle empati kurularak oluşturulmuş bir ‘dürtü’ üzerine yazılmış gibiydi. ‘İç dünyaya yapılan yolculuk’ olarak tanımladığı şiirleri, lirik bir pastorallikten çok öte bir gerçeklikle kaplanmıştı. Silahların ve cesaretin şiirdeki sesi Ted Hughes; alışılageldik doğa tasvirlerinden derin bir kopuşu simgeliyor, doğayı şiddet dolu ve acımasız yanlarıyla aktarmayı seçiyor ve de bu aktarımı kendi öznesiyle bütünlüyordu.

Kitapta yer alan ‘The Though-Fox (Fikir-Tilki)’ isimli şiir, bu bakış açısının niteliklerini özetlediği için oldukça önemli. Nesnel bir formu bulunmayan bir tilki, nesnel dünya içerisinde hareketin yerini tutuyor ve bu hareket, doğanın içinden doğayı yazabilen Hughes’a geri dönerek, yazım sürecini vurgulayan bir anlamı doğuruyor. Yani, doğanın nesnel bütünlüğü bile, şairle çarpışmadıkça, lirik bir anlam ifade etmiyor.

Two eyes serve a movement,
that nowAnd again now, and now, and now

//

İki göz bir hareket sunuyor, tam şimdi
Ve tekrar şimdi, ve şimdi, ve şimdi



Till, with a sudden sharp hot stink of fox
It enters the dark hole of the head.
The window is starless still; the clock ticks,
The page is printed.

//

Sıcak, keskin tilki kokusuyla
Kafadaki karanlık boşluğa yerleşiyor.
Pencere hala yıldızsız; saat işliyor,
Sayfa yazıldı.

Hughes’ın uyguladığı özne değişimi, şiirin temel dinamiklerini kurgusal bir yapı içerisine sıkıştırıyor ve her okuyuşta, karanlığın içerisinde bir tilki olabileceği şüphesini besliyor. İlk dönem Hughes şiirlerinin en ilginç yönü de, bu tür gerçeklik oyunlarıdır. Punk bir yorum katmamız gerekirse, ‘The Hawk in the Rain’ önceliği mekânsal analizlere ve doğa içerisinde yalnız insana tanır. Yani, bireyselliğe geçiş öncesi bir yalıtım arzulanmaktadır.Üç yıl sonra yayınlanan ikinci Ted Hughes şiir kitabı ‘Lupercal’, gerçekçiliğin dozunu arttırarak bu yalıtımın mümkün olmayacağını belirtir. Zengin bir metaforik hayal gücü, doğayı kavramaya yönelik yatkınlık ve karanlık bir alt akış, ‘Lupercal’ı kendinden önceki şiir gelenekleriyle çarpıştıracak denli kuvvetli ve de dikkat çekici kılmaktadır. Kitap boyunca hissedilen nihilizm, doğanın kendi kendini varettiği savsözüyle desteklenmektedir. ‘The Hawk in the Rain’in bir adım sonrası gibi duran ‘Lupercal’, şimdi bakıldığında, Hughes’ın punk ritmi oluşturan yırtıcı tonu ilk kez yakaladığı şiirleri ile asıl önemini kazanır. ‘View of a Pig (Bir Domuzun Durumu)’, bana kalırsa, ilk dönem Hughes şiirleri arasında en çarpıcı olanıdır. Ölüm sorgusunun bir hayvan üzerinden aktarılması ve bu aktarımın etkisini katlayan kopuk dil, bıraktığı mirası paylaşan punk şairler tarafından bile yakalanamayacak bir soğukkanlılıkla bilince saplanmaktadır.

I stared it a long time.
They were going to scald it,
Scald it and scout it like a doorstep.

//

Uzun süre gözlerimi ona diktim.
Onlar onu haşlayacaklardı,
Onu haşlayacaklardı ve onu bir eşik gibi oyacaklardı

‘Merhamet duyulamayacak kadar ölü’ domuz, Arthur Rimbaud’dan beri şiirsel bir imge olarak kullanılan ‘çirkin’in en yalın örneğidir ve İngiliz şiirinin puritan yapısı içerisinde ‘rahatsız edici’ kavramının modern bir sunumudur. Şiirin ritmi ise, Hughes’ın en büyük özelliklerinden birini ilk kez okura sunar. Ted Hughes, atonal ile tonal arasında yazmaktadır. ‘View of a Pig’in serbest dizimi ve anti-lirik söyleyişi, yayınlanmasından otuz dört yıl sonra, ‘New Generation Poets’ adıyla anılacak genç şairler tarafından tekrarlanılacak, ‘atonal ile tonal arasından’ yazılacak şiirler, bir anda yükselişe geçecekti.

Mikro bir bakışa doğru
‘Lupercal’ ile aynı dönemde, punk şiirin bir diğer babası Thom Gunn’un Ted Hughes ile birlikte hareket etmesi, Hughes şiirinde yaşanacak gelişmeleri müjdeliyordu. Fakat bu gelişmeler, şairin özel hayatında yaşanan gelişmeler karşısında bir süreliğine geri plana atılacaktı. Şairin Assia Wevill ile olan gizli ilişkisi ve eşi Sylvia Plath’ın bu ilişkiyi öğrenmesiyle birlikte Amerika’ya dönüp orada gazı açık bir fırına kafasını sokarak intihar etmesi, Hughes’ın şiir dünyasında yarattığı merakı toplumun gündeliğine taşıdı. Plath’ın intiharı üzerine yapılan spekülasyonlar karşısında soğukkanlı tutumunu koruyan Hughes, yaşadığı krizi şiirine taşıdı ve 1967’ye kadar yeni bir şiir kitabı yayınlamadı. Bu geri çekilişi bozacak kitap ise, ‘Wodwo’ olacaktı. ‘Wodwo’ bir geçiş kitabıydı ve yeni şiirler dışında birkaç öykü ve bir radyo oyununu kapsıyordu. Ben bu kitabı iki parçaya ayırıyorum. Birinci parça, Hughes’ın daha sonraları devam ettireceği gündelik dilin erken örneklerini içerirken; beriki parça ise, bir sonraki Hughes kitabı –aynı zamanda ‘Birthday Letters’ın ardından en önemli Hughes kitabıdır- ‘Crow (Karga)’nın mitolojik dünyasını temellendiriyor. Ne yazık ki, ironik bir biçimde, ‘Wodwo’nun açtığı yeni ufuklar, bir başka trajedi ile sekteye uğrayacaktı. Sylvia Plath’ın intiharından altı yıl sonra Assia Wevill’ın da aynı yolla intihar etmesi ve intiharından önce geçirdiği krizde, Wevill - Hughes ilişkisinden doğan dört yaşındaki kızlarını öldürmesi, kolaylıkla ‘Wodwo’ ve diğer Hughes şiirlerinin önüne geçti. Medyanın yoğun ilgisini çeken trajedinin üzerinde durmak istemiyorum. Yine de, Plath ve Wevill intiharları etrafında düşünüldüğünde bambaşka bir vurguya taşınan şairin, kendinden sonra gelen kuşağı, bu vurguyu besleyen ‘soğuk ve kendinden emin’ duruşuyla sarstığını belirtmem gerekir. Ted Hughes gibi göz önünde birinin kendisine yöneltilen sert iddialar karşısında kayıtsız kalması ve özel hayatını da şiiriyle başa baş ilerleyen bir süreç içerisinde yürütmeye çalışması, punk şiirin küstah benliği için mitik bir örnek olarak anılmıştır.

Hughes, Wevill’in ölümünden bir yıl geçmişken, bir hemşire ile evlenerek tekrar etik tartışmalar içine düşmüş, fakat bu sefer en büyük kozunu yanında getirmişti. ‘Crow’ isimli kitabı, mitoloji-tarih-insan üçgeni içerisinde, soğuk ve inatçı bir dille yazılmış şiirleri kapsıyordu ve bu kitap, Hughes için olduğu kadar, şiir tarihi için de büyük bir önem içeriyordu. Şairin afyonu, ‘Crow’ ile patlamıştı. İlk başta kara-epik şiirler ile örülmüş gibi gözükse de, ‘Lovesong (Aşkşarkısı)’ gibi punk şiirler, ‘Crow’u gündeliğin sınırlarına yaklaştırıyordu.

He loved her and she loved him
His kisses sucked out her whole past and future or tried to
He had no other appetite
She bit him she gnawed him she sucked
She wanted him complete inside her
Safe and sure forever and ever
Their little cries fluttered into the curtains

//

Oğlan kızı sevdi ve kız oğlanı sevdi
Oğlanın öpücüğü kızın tüm geçmişini ve geleceği emdi attı ya da bunu denedi
Oğlanın iştahı bu kadardı
Kız onu ısırdı kız onu kemirdi kız emdi
Kız onu tamamen içinde istedi
Hep güvenli her daim kendinden emin
Onların cılız inlemeleri perdelerde oynaştı

‘Lovesong’, daha ilk dizeden, kitabın ana karakteri Karga ile yaratılan etkiyi kırmak istercesine, özel bir ana yönelmiş ve sert ritmiyle, kendi farklılığını belli etmeyi başarmıştı. Bu erotik şiir, ‘Crow’u takiben ardı ardına şiir kitapları yayınlayacak Hughes’ın punk yönünü temsil edecekti. ‘Crow’dan sonra yayınlanan şiirler, şairin mikro bakışını yönelttiği dış dünyanın kimi zaman mitolojik, kimi zaman tarihsel, kimi zaman da en yalın görüntüler eşliğinde işlendiği bir algı ile kaleme alındı. ‘Crow’, genel haliyle Hughes’ın poetikasını yansıtıyor; ‘Lovesong’ ise, şairin günceli çarpıcı imgeler ve anlatımlarla tuhaflaştırdığı punk tonu sabitleyen bir örnek olarak yüceliyor ve bu iki kanal, sıklıkla birbirine karışıyordu. ‘Crow’dan sonraki dönemi kitaplara ayırarak anlatmak pek doğru olmaz. Öyle ki, ‘Crow’ sayesinde katılaşan Hughes şiiri, bir daha yeniden ayrışmadı. Kendi dilini oluşturan Hughes’ın özel yaşantısı ise, taşıdığı boşluklarla, bu katılaşmayı zedeliyor ve zedelenme, kurguya şans tanıyordu. 80 döneminin apolitik duruşu içerisinde şaşırtıcı bir şeyler söylemek isteyen gençlerin bu kurguya asılmaları, kendilerine biçmek istedikleri önem ile birlikte düşünüldüğünde, Hughes’ı bir çeşit kimlik onaylatıcısı konumuna yükseltiyordu. ‘Crow’un kıyametimsi yaklaşımı, şairin bir insan olarak bıraktığı muğlâk etki ile bütünleşiyordu.

Ortak bir zafer
Şairin 1998 yılında geçirdiği kalp kriziyle hayatını kaybetmeden birkaç ay önce yayınladığı ‘Birthday Letters’, bu muğlâk etkiyi arttırmak istiyormuşçasına, Sylvia Plath intiharının ardından geçen 35 yılın sorgusunu ilk kez tutar. Dilimize önemli şairler tarafından, Şavkar Altınel ve Roni Margulies tarafından çevrilen kitap, Hughes’ın kendisi ve Sylvia Plath ile yüzleşmesidir -ve de tabii, okurlarıyla da. Yapılan onca spekülasyona rağmen uzun süre özel hayatı hakkında konuşmayıp şiirlerini öne süren Hughes, bu tavrından dolayı, yıllarca başkalarının yorumlarıyla şekillendirilmeye çalışılmış, fakat her şiir kitabıyla bu şekillenmeyi yıkarak, kendi yolunda kendini varedebilmişti. ‘Birthday Letters’ ise, bu varoluş biçiminin tamamen özümsendiği bir olgunlukta karşımıza çıkıyor. ‘Crow’ ile ‘Birthday Letters’ arasında kalan dönemde, nesneler ve dış dünyaya ait ne varsa, biraz gerçeküstü ve deneysel bir yorumla, şiirinin içine taşımaya başlayan Hughes; ‘Birthday Letters’ sayesinde bu birikimlerini işlevselleştirebiliyor.

Astroloji, düşler, aile tatilleri gibi konu başlıklarıyla ilerleyen şiirler, Hughes&Plath birlikteliğinin obsesif itiraflarından öte, şiir tarihinin iki önemli ismini İngiliz mitolojisi ve gündelik hayatın diğer sırları ile yorumlama fırsatı yarattığı için büyük bir coşkuyla karşılanmıştı. Best-seller listelerine girmeyi başararak şiirin ‘az satan’ kaderini değiştiren kitap, basit bir dille yazılmış olsa da, güçlü bir iç yapılanmayla, entelektüel göndermelerle ve özel hayata dair sırlarla örülüdür. Kitabın asıl önemi ise, 80’li yıllarda yeniden dirilen fakat bu sefer adı konulmamış punk şiirin bir üst örneği olarak geniş kitleler tarafından kabul edilmesidir. ‘Birthday Letters’ın iç ferahlığa dönük rahat dili, kendi anlam açıklığını şiirsel bir dikkatle derinleştirirken; aynı dönemde yazmayı sürdüren Simon Armigate, Carol Ann Duffy gibi şairlere yönelik yorumların berraklaşması, punk şiiri, yani şairin kendini yine kendisiyle varedebildiği ifade noktasını sağlamlaştırır. Punk şiir, yirmi yıl boyunca geçirdiği değişimleri sabitleyecek bir zafer kazanmıştır. 1994 yılında hazırlanan ‘New Age Poets’ listesi ile ilk kez belirginleştirilen yeni şiirin içine düştüğü sorunsallar, ‘Birthday Letters’ sayesinde evrenselleştirilir.

Punk şiir için miras
‘Birthday Letters’ın yarattığı etkiyi takiben tekrar okunan seksen sonrası şairlerin güncel çalışmaları, artık bir sonraki adım için çalışıyor. Ted Hughes’ın beklenmeyen ölümü, punk şiirin en önemli öznelerinden biri üzerinden gerçekleştirilen kimlik sorgusunu bir sonuca zorladı. Punk şiir diye bir terim, terminoloji içerisinde yer edecek kadar bir bütünlük içinde varolmasa da, ortak bir bilincin yaratımları, birbirini tetikleyen okumalarla şiir algısı içerisinde gereken yeri doldurdu ve genç şairlerin yaşadığı kriz, peşine düşülen amacın anlamı ile birlikte sorgulanarak, yeni bir dilin gerekliliği kanıtlandı. İnsan zihninin dış dünyaya taşınması ve aynı zamanda, dış dünyanın da zihne kazınması, şairin kendisi ile bütünlediği bir sıralama etrafında işlerken; Ted Hughes’ın bıraktığı miras, işleyişin yöntemini açıkça belli ediyordu. Evet, şairler yalnız bırakılmıştı fakat artık bu yalnızlık, onların kendilerini çoğaltmak için arzuladıkları çıkış noktasını sunmaktaydı.

Fırat DEMİR
Yasakmeyve 40 / Eylül-Ekim, 2009

0 yorum: