26 Haziran, 2008

Y'ololuyorlar

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı-ydı. Bayrakaltı piknik sofrası kurulacak, yemekler yenildikten sonra çıkılan yürüyüşte ormanın güzel bir köşesine anıt benzeri somut anı bırakılacaktı. Öğretmenlerin gözü önünde milliyetçilik üzerine konuşmayı notlarını yükselmek adına sürdüren öğrenci yaşıtlarıma, bazısı arkadaşlarıma katılmadım. O gün, bana memur olmamayı öğretecek Brandon ile denize bakıyordum, denize bakıyorduk. Gemiler. Önümüzden geçen gemilerin nereye gitmesi gerektiğini kaç gün sonra, bugün öğrenebildim, daha doğrusu, hala öğreniyorum.

Aradan iki ayı aşkın zaman geçti fakat demek ki bazı cevaplar hemen avcumuza düşmüyor. Artık son haddiydi, düşmek üzereydi, yakalayayım diye söylediğini yaptım, Brandon, söylediğin gibi hemen bilgisayarı kapattım. Fişi prizden çektim çıkardım; makinenin hışırtısı aniden kesildiğinde, dışarıdan duyulan zayıf gürültü haricinde, derin, sağır edici bir sessizlik çöktü eve. Evde kimse yok.

Küvete akan berrak su, taşa saplanmış kılıç gibi sessizliği çatlatıyor-muş. Önerilerini tam olarak denemeden önce soğuk bir duşa girdim. Kısa ve tazeleyici bir duştu; üzerime temiz çamaşırlarımı, çizgi ütülü pantolumu ve yeni gömleğimi geçirip kasten ıslak tenimdeki dinçliği pekiştirmeye çalıştım. Hazır enerji kazanmışken ve üç gündür anneannemle ilgilendiği için eve pek uğramayan anneme yardım olsun diye, duşun hemen ardından, banyoyu limonlu deterjanla temizledim. Deterjanın keskin fakat ferahlık veren kokusu, çevremi sarıp nefesimi açınca, birazdan deneyeceğim rahatlama yöntemlerine hazırlık olduğunu düşünüp temizliği uzattım. Deterjanla aynı markaya ve aynı kokuya sahip ufak sabunları avuçlarımın içinde çevire çevire yuvalayıp dağılan parçaları, kirlileri biriktirdiğimiz plastik sepete yukarıdan yukarıdan serpiştirdikten sonra, kızkardeşimle paylaştığımız odamıza gittim. Lavabonun üzerinde asılı camın buhusu daha kalkmamıştı.

Odamda-odamızda fazla eşya yok. Duvara sabitlenmiş, beş bölmeli orta boy kütüphane, kıyafet dolabı, ufak bir kıyafet dolabı daha -kışlıklar için, içinde çizgi roman fasiküllerimi sakladığım ayakkabı kutuları ve iki yatak. Oda, evin apartıman boşluğunu gören cephesinde kaldığından, her zaman dışarıya ait duyularla dolar. Hava güneşse, boşluğu örten sarı plastik kapaktan süzülen ışık, duvarları sarartır; hava bulutsa, aynı sarı plastik kapak, içeriye dışarının ağırlığını taşır; hava yağmursa, her yağmur damlasının plastikte bıraktığı ses, en üst katta oturduğumuz için önce bizim odamızı, bizim evimizi, sonra da, boşluğa bakan diğer tüm evleri doldurur.

Bugün odada parlak ama yakmayan bir güneş buldum. Yatağıma uzanıp pencereyi açtım. Yatağım, pencerenin önündedir. En alt katta oturanlar, kızlarının ikmal sınavı için dönmüş olmalı; pişirdikleri bol baharatlı sebze yemeğinin ince kokusu bizim kata kadar yükseldi, Akdenizlilere özgü mutfak kokusu kendini hatırlattı. Zeytinyağlı-sivri biberli fasülye kavurması, olabilir.

Akdeniz kokusu, limonlu deterjan kokusu, ellerimle yuvaladım sabun kokusu, üzerime giydiğim lavanta kokusu, Arkadaş Z Özger dedi ''aman kokusu, billah kokusu'', yarın tek nefes içime çekeceğim ılık tütün kokusu...

Bunca duyumsama dikkatimi attırdı ve derin derin nefes alıp vermeye başladım. İçimde biriken taşlar oynadı, devrildi, içime birşeyler oturdu. Direnip tekrar denedim ve tekrar tekrar. Sonra, baktım ki taşlar devrile devrile birbirlerinin önüne düşüyorlar, y'ololuyorlar! 13 Mart sabahı bindiğim gemi (vapura gemi dedim, su üstünde gidiyor ne de olsa!), varıyor varacağı yere daha yeni. 23 Nisan (zamana inanmıyorum, zaman tesadüflerle ve anlamlarla kendini belli ediyor, bak işte. ) çocuklar bayrak taşıyor, Brandon ile yanyanayız önümüzde yeşil ve mavi, ellerimin arasında sıkıcı tuttuğum başka bir bayrağın (iktidar bayrağı değil, politikayla işi yok) sapını, karda açmış kalanşo çiçeklerinin dayanıklı topraklarına saplıyorum, daha sağlam ve daha bugün.

Bazen bazı durumlar seni öyle yerlere sürüklüyor ki, değil arada kalmak, iki uçu boklu çubuk taşımaktan bile çaresiz görüyorsun kendini. Böylesi bir hissin, eli ayağı dolayan heyecanın terkedilmesi kolay olmuyor, tek başına olmuyor. Yine de, kendine yarattığın, yaratacağın alan, daha sağlıklı yaşayışlar için gerekli sınırlar içerisinde kalmayı becerebiliyor. Tam tersi bir durumda da, sınır en baştan var ve belirgin olsa bile, tek başına çok yol yürümüşsen üstelik kaldırımdan değil yoldan yürümüşsen, attığın her adımda hissettiğin mülteci tedirginliği, dizlerini kırıyor, yeri öpebiliyorsun. Bu sefer sırf kendim için nefes aldım, Brandon. Birde ayağa kalkıp baktım.

Şimdi, o gemiler, o yollar uzak kentin sınırlarında bitecek. Herkes kendi ülkesine sürülecek yani ve de maalesef!

Sabah sümüğüm aksa bile, taşları döktükten sonra yeni bir yön belirlemişim gibi hissediyorum. Uzaklık, aramızdaki bağı leğimleyip olması gerekeni, babaannemin çiçek işlemeli çuvalına biriken temiz buğdaylar gibi, gereksinimlere saklayacak. Belki alışmak zor olacak ama alıştığımda çok daha güzel olacak. Eylül'ün sonunda, ailemi yanıma almadan gideceğim Malatya'dan dönerken, dönüş yolunda bir günlük mola vermeyi düşündüğüm kentten bahsetmiştim sana Brandon, dün geceydi. Bugün öğrendim, öğreniyorum, o kente ne zaman gitsem, bir parçamı bulacağım artık. O parça, çoğalma umuttur, erozyonla kopup giden yara kabuğu değil, Olmayacak!

27 Haziran ile yazıya eklenmesi gereken bir not: Çoğalma umut, eksilen bir parçam değil, sorumluluklara, bekleyişlere dair değil, aslında ve doğrusu, inanç diye düzeltmeliyim adını. Ve bugün gördüm ki yaşadığım herşey çok güzel, sevgim güzelleşiyor, bu güzellikle acı çekmem ben; bu güzellik çok zaman-çok yol sonra, yine aynı yoğunlukta, başka formlarda sürdürülebilicekken, hey sen!

1 yorum:

Brandon dedi ki...

şimdi de yılanlar şakıyıp duruyor,
götürdükleriyle getirdiklerini saklayan denizler gibi.