10 Temmuz, 2009

Queer's Buttler

A. Güngören'e hazırladığım bir raporun bir kısmı:

Çoğu yönüyle Queer Teori, cinsiyeti çözümlemeye uğraşır. Bu uğraşı ele alış tarzıyla, cinsiyet politikalarını da eleştiriye tabii tutması kaçınılmazdır. Kimlik politikalarının şiddeti, queer teorinin en büyük savaşım alanını işaret eder. Tabii, sivriliği kendini de ıssızlaştıran bir tehlike içermektedir. Öyle ki, queer teorinin ret söylevleri feminizm gibi heteroseksüel monarşiye karşı geliştirilen politikalarla bile zıtlaşabilmektedir. İşte tam bu kırılma noktasında, Judith Butler kendi teorisini yükseltmiştir. 1956 doğumlu Butler, postyapısalcı düşünür sıfatıyla ünlendiğinde, Yale Üniversitesi’nde hazırladığı felsefe doktorası “Arzu Özneleri: Yirminci Yüzyıl Fransa'sında Hegelci Yansımalar” adıyla yeni yayınlanmıştı. Fakat Judith Butler’ın bir queer madonnası konumuna sıçraması, 1990 yılında yayınladığı “Gender Trouble: Feminism and the Subversion of Identity” kitabıyla gerçekleşti.

Butler’ın “Cinsiyet Belası” feminist teoriye bir saldırıyla başlar; Butler’a göre “kadın” ve “kadınlar” yüklü kategorilerdir ve cinsiyet, kültür gibi kimlik tanımlamalarıyla tamamlanmaktadır. Bu terimlerin küreselleşmesi, ataerkil söylemin küresel düzeniyle bir paralellik kuracak kadar ciddileşebilir. Butler’ın amacı, feminist teoride çok yaygın olan heteroseksüel varsayımı eleştirmektir. Feminizmin kendi içerisindeki demokrasi dinamiği, feminizm dışındaki alanlarda aynı etkiyi gösterememekte, hatta kimi zaman homofobik söylemlere bulaşmaktadır. Kadın anlamının temeli olarak ‘kadın bedeninin maddiliği’ni ve ‘cinsiyetin maddiliği’ni öne süren iddialara karşı Butler, yine böyle ifadelerin kullanılmasının doğuracağı politik sonuçlar üzerinde durur. Örneğin, bazı lezbiyenlerin “butch” tavırları, zorunlu erkek statüsüne giden bir yoldur. Butler, sunduğu paradokslardan sonra meseleyi daha da derinleştirir ve toplumsal cinsiyet ile cinsellik arasındaki analitik ayrımı hesaplamaya çalışır. Toplumsal cinsiyet, kısaca, sosyal yönden kadın ve erkeğe verilen roller, sorumluluklar olarak tanımlanır. İlkel anlam zamanla genişlemiş, cinsiyet tanımlamalarını bütünleyen ana etken olarak “kadın” veya “erkek” biyolojik formundan ötesini işaret etmiştir. “Gender”ın “sex”ten farkı, toplumsal cinsiyetin tanımını netleştirir. Judith Butler, her iki tanımında üzerinde bir muğlâklık aramaktadır. Toplumsal cinsiyetin maddi yapılanmalarının performatif anlamda pratik sorunlar taşıdığı ve toplumsal cinsiyet göstergelerinin aslında zayıf birer kabul olduğunu ileri sürmektedir. Butler, cesur bir reddedişle bedenin önemine dair vurguyu yeni baştan düzenlemeyi dener. Maddeyi dışarıda bıraktığını ima eden bir soruya verdiği cevap şudur: “Bedenin ısrarlı bir maddiliği vardır, fakat kendisini ortaya çıktığı kültürel telaffuzun dışında asla bilinir veya okunur hale getiremez. Bu, kültürün bedenin maddiliğini ürettiği anlamına gelmez. Bu sadece bedenin daima bize ve başkalarına bir şekilde verildiği anlamına gelir… Sonuç şu tabii; doğal toplumsal cinsiyeti tanımlayan bu tür özellikleri göstermeyen toplumsal cinsiyetler netice olarak patolojik, sapkın veya gayrı tabii olarak ele alınıyor.” Kısacası Cinsiyet Belası, toplumsal cinsiyeti tanımlayan özellikleri göstermeyen toplumsal cinsiyetlerin feminizm gibi beden kodlarına yüklenen politikalarca zan altına alındığını belirterek açılır.

Cinsiyet Belası’nda Butler, cinsiyetin ne ölçüde ‘doğal’ olduğunu sorgulayarak cinsiyetin performatif yapısına dair kışkırtıcı savını ilk kez ortaya koyar. Performatifliğin ritüele dönüşümü, heteroseksüel toplumun yarattığı cinsiyet kalıplarıyla gizli bir birlik içerisindedir. Judith Butler, Michel Foucault okumalarından oldukça etkilendiğini hep söyler. Gerçekten de, Michel Foucault'nun sistem yorumunu iyi kavramış ve kendi meselesine uyarlayabilmiştir. Zorunlu heteroseksüelliği ve toplumsal cinsiyetin temel sorunları iktidar-söylem rejimleri olarak açıklamaktadır. Michel Foucault'nun bayıldığım yorumunu, iktidar sistemlerinin sonrasında teslim ettikleri özneleri ürettiklerini bize hatırlatır bize Butler’ın bu görüşü. Butler, tümevarımsal bir yöntemle, Michel Foucault yorumuna bir de dil düzeyini ekler. Dişi ile cinseli örtüştüren dilin yapılanması, temsil edilen tek cinsiyetin “dişil” olmasına olanak sağlayacak hukuki köklerden gelmektedir çünkü hukuki tanımlamalar, özneleri dışarıda bırakan genellemelerle oluşturulmuştur. Çeşitli iktidar rejimlerini kurgulayan dilin tetikleyenleri, bu dili kendilerine uygun gördükleri “kimlikleri” meşrulaştırmaya çalışan bireyler tarafından harekete geçirilmektedir. Kitabı başlatan “feminizm” eleştirisine geri dönersek, Judith Butler şunları söylemektedir; “Dolayısıyla feminist özne, kurtuluşu kolaylaştıracağı düşünülen siyasi sistemin ta kendisi tarafından söylemsel olarak kurulmuştur. Durum buyken “kadınlar”ın kurtuluşu için eleştirmeksizin böyle bir sisteme başvurmak düpedüz kendi kendini baltalamak olacaktır.” Bir başka güçlü eleştiri; “Feminist eleştiri kadınlar kategorisinin, feminizmin öznesinin, onu kurtuluşa götüreceği varsayılan iktidar yapılarının ta kendileri tarafından nasıl üretilip kısıtlandığını da kavramak zorundadır.” Michel Foucault etkisinin yoğun hissedildiği bu eleştiriler, bedensel kalıplarla sistemin kalıplarının benzerliğini yüzümüze çarparken, dil düzeyinde sorunları da mimler. “Eğer toplumsal cinsiyet, cinsiyetli bedenin üstlendiği kültürel anlamlar bütünüyse, toplumsal cinsiyetin herhangi bir cinsiyetten tek bir şekilde kaynaklandığı söylenemez.” Butler’ın dilediği gibi kuramsallaşan toplumsal cinsiyette ise erkek ve eril, erkek bedeni imlediği gibi dişi bedeni de imleyebilir ve de tam tersi. Tabii Butler bu kuramsallaşmanın ne kadar sancılı olacağının farkındadır ve kitabının devamında toplumsal cinsiyetin dayattığı baskın özne ayrımlarını sorgular. Bu sorgu, bizi yine bedenin maddiliğine götürür. Beden tartışmalarının odağında Simone de Beauvoir vardır bu sefer. Simone de Beauvoir’un “Second Sex” eserindeki kadın konumlaması, yani kadın olunma süreci, bir tür bedenin söylemsel olarak inşa edilmesidir. “Beauvoir açıkça, dişi bedenin maşist söylem içinde işaretlenmiş olduğunu, buna karşılık evrensel olanla çakışan eril bedenin işaretsiz kaldığını ifade eder.” Butler’ın Simone de Beauvoir okumalarını kimi karşı görüşlerle birlikte ele aldıktan sonra varmak istediği nokta ise, toplumsal cinsiyetin sürekli ertelenen bir bütüncüllüğünün olduğudur ve bu noktada kimlik sorusunun cevabına daha net bir bakışım kazandırmaktır. “Kadın”ın imlediği bedeni saymazsak, kimlik sorusuna nasıl bir cevap vermeliyiz? Butler’ın bu soruya vereceği cevap, kitabın önceki sayfalarında söyledikleriyle aynı kapıya açılmaktadır. Vardığı noktayı birebir aktarıyorum çünkü oldukça net bir sonuca bağlayabilmiş: “Toplumsal cinsiyet ifadelerinin ardında bir toplumsal cinsiyet kimliği yatmaz; o kimlik, tam da kendisinin birer sonucu olduğu söylenen ‘dışavurumlar’, ‘ifadeler’ tarafından performatif olarak üretilir.”

Cinsiyet Belası’nın ikinci bölümü, feminist kuramın bir başka alanını sorgular; ataerkil düşünceyi. Ataerkil söylem öncesi dinamiklerin ve söylemlerin köklerini araştırmaya başlar. Bu nedenle de, cinsiyet olarak sekse geri dönüşteki ensest tabuları feminist algı içerisindeki konumuyla irdelemeyi seçer. Kimi feministler cinsiyet-toplumsal cinsiyet arasındaki ayrımı açıklamak ve desteklemek için Claude Lévi-Strauss’un postyapısalcı antropoloji yorumlarını sahiplenmişlerdir. Bu sahiplenmenin altında yatan mantık şudur; Claude Lévi-Strauss’a göre doğal veya biyolojik bir dişi vardır, sonradan toplumsal olarak “kadın”a dönüşür. Butler, kültürün doğayı sınırlaştırmasını bir ötekileştirme yorumu olarak okur.

Butler’ın endişesi, cinsiyetli bir doğa tanımının ataerkil toplumu potansiyel kılan bir proje olmasıdır. Lévi-Strauss’un akrabalık ilişkilerini evrensel bir değiş-tokuş düzenine bağlaması, değiş-tokuş nesnesinin kadınlar olarak algılanmasına açılır. Lévi-Strauss yöntemine yapılan eleştiri şöyle devam eder: “Lévi-Strauss Hüzünlü Dönenceler’de, antropoloji insan hayatının analizine daha somut bir kültürel doku kazandırdığı felsefeyi bıraktığını açıklar, ama yine de bu kültürel dokuyu, bütünleştirici bir mantıksal yapıya asimile eder ve böylece analizleri, terk ettiğini iddia ettiği o bağlamından kopuk felsefi yapılara geri dönmüş olur.” Butler’ın amacı, kimlikçi varsayımların evrensel mantıktaki yerini sorgulamaktır. Ayrıca, Lévi-Strauss’un simgesel düzen kavramına dair derin endişeler hissetmektedir. Simgesel düzen tarafından dışlananın, simgesel alanın hegemonik olduğunu teşhir edebilecek güçte olduğunu savunur. Yasak ve düzen ekonomisinin, bu düzenin eleştirel bir meydan okumasına da kaynaklık edebildiğini keşfettiği için ayrıca heyecanlıdır Butler. Ensest kavramını yaygın toplumsal düzen için bir fantezi olarak ele alır bu heyecanla. Lévi-Strauss’un varsaydığı ensest yasağının varolması, yasağın işlediği anlamına gelmemektedir ve toplumsal sınırlar, arzunun yeniden yapılanmasında başarılı bir etki olarak görüldükçe, eril cinsel failliğin doğallaştırılmasına uğraşılacaktır. Yasakla temellendirilen öznenin tek amacı, arzunun yerini değiştirmektir ve değiş-tokuş ilişkisi denilen şey, ancak böylesi bir harekettir. Benim buradan çıkardığım sonuç ise, Butler’ın başta savunduğu reddi tarihsel bir perspektifte yeniden kanıtlamaya çalışmasıdır.

Kitabın devamı ise Lacan ve Freud ile daha önce hiç okumadığım bir isimden, Joan Riviere’dan bahsetmekte. Okumalarımdan anladığım kadarıyla da, Riviere’nın kitaptaki varlığı, kimlikler arasındaki maskeleme ile paralellik gösteriyor. Butler, Lacan’ın simgesel düzeyde yapılandırdığı cinsiyetleri, Riviere’nin “maskeleme” kavramıyla bütünleştiriyor ve ortaya toplumsal cinsiyet sorunsalının kendini netleştiremeyecek paradokslar içerdiği fikri atılıyor. Arzu ekonomisinin dişilik kimliğini sahiplenmede ne kadar etkili olduğuna dair eleştiri, Butler’ın fikirlerini temellendirme ve birbiriyle iliştirme konusunda yetenekli olduğunu kanıtlıyor. Butler, mümkün olan tüm cinselliğin “eril bir libidodan” kaynaklandığını tespit etmişti. Bu noktada, kitabın başına yineyeniden dönersek, “kadın” kimliğinin anlamı iyice kuşkulu bir hal alıyor. Lacancı kuram eleştirisi ise, bu kuşkunun ötesinde, eril libidoyu destekleyen simgesel bir muğlâklık olarak anlatılıyor. Peki, bu eril libidonun sahiplenilmesi, nasıl bir psikolojiden kaynaklanır? Freud’un iş görme zamanı gelmiştir. Eril olanı içselleştirme süreci, Freud’un melankoli teorileriyle –ki bu teoriler benim için özellikle değerlidir- birlikte düşünülür. Sonuç olarak, Butler ensest tabusunun yaratıcılığı olan, kabul edilmiş heteroseksüelliği ve yıkıcı homoseksüelliği oluşturan ve hatta düzenleyen kuralı tekrar işaret etmektedir. Bu serüvende ise yaptıkları şöyle özetlenebilir: Lévi-Strauss’un küreselleşen fikirlerini çürüt; Lacancı kuramlarda eril libidoyu tespit et; Riviere’nin dişi tanımındaki çekingenliği analize tabii tut; Freud’un melankoli kavramını etkin bir kavram olarak yücelt.

Kitabın son bölümünü okurken biraz zorlandığımı ifade etmeliyim. “Altüst Edici Bedensel Eylemler” adını taşıyan bölüm, kendi içerisinde dört alt başlığa ayrılırken, bu dört alt başlıkta kompleks okumalarla tamamlanırsa netleşecek donanımı talep ediyor. “Altüst Edici Bedensel Eylemler”, Julia Kristeva’nın anne bedeninin inşasına dair eleştirisi ile açılıyor. Simgesel olanın aynı zamanda “Babanın Yasası” tarafından kapsandığını örtük bir dille kabul eden Kristeva, Lacancı sistemi eleştirir gibi görünse de, aslında Lacan’dan bir farkı yoktur. “Lacan’a göre babaerkil yasa, dilsel imlemin tamamını, yani ‘Simgesel’ terimiyle anılan şeyi yapılandırır ve böylece kültürün evrensel bir örgütleyici ilkesi haline gelir.”Kristeva, kültürel anlamın mümkünlüğünü anne bedeniyle girişilen mücadele ile sağlanacağını düşünen Lacan’a karşı görünse de, eleştirdiği teorilerin yerine yenisini koyduğunda, biraz ütopik bir heyecanla, dayatmaların ve tekrarın etkisini göz ardı etmektedir. Kristeva’nın uyandırdığı şüphe, babaerkil sistemin kendisini yeniden yapılandırmasına olanak verecek eksikliklerdir. Kristeva, dışarıda kalmayı önerir. Butler’a göreyse, yasayı altüst etmek mümkünse, ancak yasanın içinden, yani yasa kendine karşı gelerek permütasyonlar ürettiğinde ortaya çıkan imkânlar üzerinden mümkündür. Kültürel olarak inşa edilmiş bedenin özgürlüğünün yegâne yolu budur, ama özgürleşme köklere ve köklerin reddine ya da geçmiş hazlara göre değil, kültürel imkânların açık geleceğine kavuşması anlamına gelmelidir.

Kristeva’yı eleştirirken Foucault’dan destek alan Butler, Foucault’nun eserlerini yakından incelediğinde cinsel farklılıklar konusunda kayıtsız kalındığını fark eder. Foucault’nun soykütük eleştirisindeki kimi boşluklar, bir on dokuzuncu yüzyıl Fransız hermafroditi olan Herculine Barbin’in günlükleri için yazdığı önsöz üzerinde iyice netleşmektedir. Foucault’nun tek anlamlılığa indirgediği cinsellik, bir yandan toplumsal cinsiyet sınırlarının kaldırılmasında önemli bir kavrayış sağlarken, bir yandan da Herculine’nin yasa “dışı”nda yasayı nasıl maddeleştirdiğini çift değerli bir mesele olarak algılamada sorunlar yaratır. Foucault’a dair yeni yorumları takiben, Monique Wittig’in lezbiyenlik kodlarındaki çift değerlilik de sorguya tutulur. Wittig’e göre bedenin dilsel düzeyde açılımları, yine bedenin biyolojik kökenleriyle algılanabilmektedir ve edebi metinlerdeki kimlik krizi, bu algılamadan kaynaklanmaktadır. Örneğin, Wittig homoseksüellikle heteroseksüellik arasında kökten bir ayrım yapmaktadır. Wittig’e göre eşcinsel olmak, gerçek’i inşa eden söz dizimine karşı koymak demektir. Wittig’in lezbiyenliğe dair çift anlamlılığı bu noktada hareketlenir: Lezbiyenler heteroseksüeli gerektireceklerdir. Wittig’in sunduğu lezbiyen strateji, Butler’ın “her strateji amacından sapar” sözünü hatırlatarak, heteroseksüelliği tüm eziciliğiyle pekiştirmektedir çünkü öncelikle lezbiyenler, heteroseksüel düzeni yeniden yapılandıran imleme olanaklarından tamamen uzaklaşarak, heteroseksüel düzenin “ötekisi” olarak dışlanacaklardır.

Kitabın son metni, toplumsal cinsiyetleri kökten ve inanılmaz kılabilmek adına birkaç öneri ve örnekte bulunur. Toplumsal cinsiyetin performatif oluşu, aslında altüst edimi için bir fırsat sayılabilir. Benim bir çizgi roman karakterinden (Lord Fanny) örneklediğim performatif açılım, Butler’ın genelleyici perspektifinde bireyin niteliklerini fiilen ortaya koyması anlamına gelir. Butler, performatif gerçekliğin, bir edimin ya da niteliğin ölçütü olabilecek bir kimliğin olamayacağı anlamını taşıdığı açıkça belirterek savlarını bitirir. Kitabın “Sonuç” diye ayrılan son sayfaları, kimliksiz bir politikanın olasılıklarına değinerek kitabı amacı doğrultusunda tamamlar.

Sonuç olarak, Judith Butler postmodern/postyapısalcı düzlemde kimliğin oluş halini koruması konusunda önemli bir çalışmaya imza atmıştır. Bedene yaklaşırken duyduğu kuşkuyu Hegel’ci bir töz savunmasıyla atlatmaya çalışması ya da çok fazla kompleks okuma talep etmesi, Cinsiyet Belası’nın zayıf yönleri sayılabilir. Bedensizleştirilmiş bir biçimde gerçekleştirilen performatif tavır ise, Butler'ın en büyük iddiası olduğu gibi, eksikler içerir. Bana kalırsa yapılması gereken, performatif tavrın bir basamak olarak kullanılması ve kendisini yok edebilmesine olanak tanıyacak içsellikle donatılmasıdır. Bir tür akıl-beden paralelliğinin dahi ortak noktaları bulunması gerekir ki zamanı gelince bu paralellik çeşitli çatışmalarla “öteki”leri kapsayabilen hacme ulaşabilsin. Aynı zamanda, bu performatif yansımaya yapılan yükleme, kimi zaman sabit ve liberal bir tutum olarak da görünebilir. Foucault gibi bedenin sadece iktidar ilişkileri bağlamında, söylem içinde anlam kazandığını vurgulaması önemli belki, fakat Foucault’u özneyi var eden iktidara karşı muhalif tutum sergilememekle eleştirirken, Foucault'nun deneyime bakışını yeterince iyi çalışamamış. Judith Butler, queer teoriyi kızıştırması bakımından değerli bir yazar fakat Cinsiyet Belası çığır açıcılığını diğer postmodernist eserlerin karmaşık etkisinden alıyor ve bir süre sonra kendi serüvenini baltalayacak kadar yorucu bir hareketi zorunlu kılıyor. Yine de, toplumsal cinsiyetin iktidar ilişkilerini derinlikli kavramak için kesinlikle okunması gereken bir eser ve çok doğru saptamalarla post-aids sonrası liberal cinsiyet politikalarına karşı sert bir saldırı içeriyor. Tabii, bu saldırının kendi hiyerarşisini kurup kurmayacağını zaman gösterecek. Şimdiden paradoksal bir tehlike içerdiğini kabul etmek gerekir.

0 yorum: