10 Mart, 2010

Dergiden Okumadıysanız: Aşırılığın Legalleşmesi - Thom Gunn



Aşırılığın Legalleşmesi: Thom Gunn







Not: Bu yazı 'Bir Punk Öncüsü Olarak Ted Hughes'un devamı olarak okunabilir. Punk Şiir'in yardımcısı, Beden Şiir'in köklerine iniyoruz, aynı zamanda.

 
Hayret yatkınlığı

Modern şiirin en büyük devinimi ‘hayret’, mevcut olanın kimi yönleriyle değiştirilmesi ya da yeniden üretilmesi gibi süreçler içerisinde hareketliliğini koruyor. Bu hareketliliği üstlenen şairler, sistemde yarattıkları zorunlu kaymayı kendi sistemine oturtacak uygunluğa taşıyarak, bir tür katalizör görevi görüyorlar. İnsana ait bir nedene yakın durmak isteyenlerin peşinden koştuğu anlam, aslında biraz da yıkıcı faydasıyla karşılığını buluyor ve şiire yüklediğimiz tüm beklentiler, bizden uzakta duran bir özne tarafından tekrar bize sunuluyor. Demek istediğim, ilerlemeye dair güncellenme, doğal süreçlerin uğradığı sekmeler boyunca tekrarlanıyor. Şiiri bir tür sığınma alanına dönüştüren algı, şiirden kopmamak için yarattığı sabitlikte, kimi zaman inkâr etse de, kendini bir hayret yatkınlığına sabitliyor. ‘Yeni’ eserlerin yarattığı tahribatın ilk olarak püriten kitleler üzerinde etki göstermesi, ‘hayret’ ya da ‘şaşırtıcı’ niteliklerin kaynağını sahiplenilmiş kavramların varoluşuna bağlayan bir kanıt misali örnekleniyor. ‘Yamuk bakmak’ ya da ‘ters okumak’ denilen kazançlı eylem, her türlü kalıbın dışında yorumlanırsa, göz önünde duranı incelerken değil; aniden belireni/hiç ortada olmayanı/yalnız kalanı keşfetmeye başladığında iletişim haline geçiyor. Net bir talep ağı içerisinde gelişim gösterebilen şiir, talebin sonsuzluğunu yaratıcı bir boşluğa dönüştürürken, yapıp edilen ne varsa hepsi, ancak uç sınırlarda onaylanabiliyor. ‘En basit tanımıyla şiirin’ yaşattığı lirik heyecan, arzu mekanizmasını çalıştırmaya başladığı andan itibaren, kendi tehlikesini beraberinde getiriyor fakat bu tehlikenin gerekliliği, şiirin gerçek niteliğini de belli ediyor.


29 Ağustos 1929 doğumlu Thom Gunn, bir şair olarak konumlandığı dönem boyunca, varolan şiirin tüm değerlerine yabancı kalmayı tercih etmiş tehlikeli bir figür oldu. Avrupa kültürünün yaşadığı bocalama süreci içerisinde vurguladığı ayrıksı tavır, onu şiirin diğer kanallarından uzağa düşürmek yerine, diğerlerini ona yaklaşmaya zorlayacak bir önem ile anlamlanıyordu. Birilerinin şiir adına hoyrat davranması gerekirken, gençliği yaşamaktan çok harcamakla ilgilenen Gunn, bu gerekliliği sonuna kadar zorlayacaktı Aşırılığı legalleştiren şiirleri ile Punk bilinci temellendiren Gunn, pek çok toplumsal değişimin de özeneceği bir yorum sunarak zorunlu kabullenişi kendi yararına kullanabiliyordu. Özellikle doksanlı yılların başında yayınladığı ‘The Man With Night Sweats (Terli Gecelerin Adamı)’ isimli kitabıyla şiirini saran her türlü anlamı büyük bir evrensellikte doğrulayan Gunn, şiir hafızasında bıraktığı etkiyi toplumsal hafıza üzerinden aktararak sıra dışı bir pratiğin olumlu sonuçlarıyla parladı. Thom Gunn, punk kültürün kapsamını sürekli genişleterek şiirin talep ilişkisini bütünleyici önerilerle karşılamıştı. Onun sayesinde önemsediğimiz ‘hayret’ etkisi, daha önce hiç dokunulmamış alanları da sınamak isteyecekti. Bir başka punk-öncüsü Ted Hughes ile aynı kuşakta yer almasının dışında, Hughes gibi özne problemini derinleştiren şair, Hughes’dan farklı olarak, bu öznenin simge düzeyinden madde düzeyine taşınmasını sağlayarak bir beden teorisini açığa çıkardı. Belki yalnızca böylesi bir teorik amaç ile hareket etmiyordu, ama şiirini ulaştırdığı noktalar, şair bedeninin duyarlı dikkatini görünür kılacak kadar etkiliydi. Thom Gunn ile birlikte şiir, ihtiyaç duyduğu hareket dışında, bu hareketi destekleyecek mekanizmaları ve bu hareketin sağladığı yeni olanakları da tanımaya başlamıştı.



Ters Simetri
Şiirin içine bir bomba gibi ansızın düşen Thom Gunn, tahribat gücünü nereden almaktadır? diye sorulduğunda, tek bir cevap vermek oldukça güç. Bir şiire etkileme kabiliyeti kazandıran özellikleri belirlemek bile büyük bir zorluk içerirken, Gunn’ın yazdığı şiiri tanımlamak için kullanacağımız tanımlar, pek çok başka tanım ile kesişerek bütünlük gösterebiliyor. Şiirlerinde ele aldığı homoseksüel ilişki ve uyuşturucu gibi kavramlar, artık masumane karşılansa da, 60’lı yıllarda ifade ettikleri sarsıcı önem ile toplumsal cinsiyet araştırmalarına zemin hazırlarken, sözünü ettiğim ‘şiir-dışı’na taşmayı da kanıtlıyor. Şairlerin ya da en azından büyük şairlerin en önemli özelliği olan toplumsal etki, Gunn’ın sayesinde ani sonuçlar vermeye başlamışken, bu sonuçları incelemek, Gunn’a ithaf edilen değerin anlaşılması için hayati bir önem taşıyor. Örneğin, cinsiyet mücadelesinin zaman içerisinde kazandığı ivme, Gunn şiiri içerisinde seçilebilirken, böylesi paralellikler, Gunn’u bir şiir bozguncusundan öteye taşıyor. Her nasıl Ted Hughes milenyum kuşağı şairlerinin ‘özne’ takıntısını şekillendirmişse, Gunn’da, benzer bir sistemle, cinsellik ve bedene dönük bir sorgunun başını çekiyor. Gündelik dil ve bireysel deneyim arasındaki gerilimi lirik bir düzleme yayan bilinç, karşı-kültürden taşıdıklarıyla mevcut estetik formları deforme ederken, deformasyonu takiben gelişecek yenileme sürecinin esas dinamikleri de belirlenmiş oluyor. Fakat hayret mekanizmasını çalıştıran en önemli etki, yine şairin yüce bir özne olarak kendini önemsemesiyle birlikte başlıyor. Çoğu şair şiirine dışarıdan bakabilmek için içe ait olanı dış perspektife taşırken, Thom Gunn, ters simetri ile içerinin olanakları dâhilinde dışa ait olanı kendi deneyimleriyle değiştirmeye uğraşıyor. Mit oluşturma hevesi baş aşağı çevrilerek, mitleri reddetme noktasında bir sürekli oluş halini sürdürüyor. Gunn’ı bir punk-öncüsü konumuna yükselten ‘oluş halinin korunumu’, beraberinde bir tür merak duygusunu uyandırıyor. Şairin bir adım sonra ne yapacağını kestiremiyoruz ya da daha punk bir söyleyişle, verdiği kararların birbirini tutmak zorunda olmadığını bilerek geleceğe dönük bir kesinlik tasarlayamıyoruz. Yalnızca anlamın derinliği ve gerçekliği karşısında hayrete düşüyor ve yeni olasılıklar keşfederken, şair tarafından parçalara ayrılmış yorumlardan bir sonuç çıkarmaya çalışıyoruz. Thom Gunn, en az kendisi kadar belaya düşkün Arthur Rimbaud gibi keskinleşmiyor veya bir akıl uyuşumu içinde olduğu Allen Ginsberg gibi her türlü eylemini belirli bir amaca bağlamıyor. O, ‘şiir-özne-beden-dış dünya’ ilişkisi üretip, bu ilişki üzerinden insana ait şaşırtıcı ne varsa keşfetmeye, böylelikle kendine bir yaşam alanı oluşturmaya çalışıyor. Böylesi yaşamsal bir amaç, ilk bakışta yadırganacakken, Gunn şiiri teker teker açılımlandığında, gerçekleşmiş tüm tahribat, sarsıcı nedenlere bağlanıyor ve gerekli güç, öncelikle şairin dünyaya duyduğu hayretle birlikte birikmeye başlıyor.


Seks, Uyuşturucu ve Rock’n’Roll
14 yaşında, annesinin gazla kendisini zehirlemesinin ardından aristokrat bir ailenin sessizliğinden sıyrılan Gunn, ilk şiirlerini kaçış duygusu içerisinde yazdı. Birkaç yıl önce annesi ile ayrılan babasının katı tutumlarından ya da birlikte yaşadığı akrabalarından kaçmak istiyordu. Kitaplarla birlikte büyümenin getirdiği erken estetik zevk, salt bir okuma tutkusunu aşmaya başlamış; Gunn’ın can sıkıntısı ile büyüyen merakı, travmatik anıların gürültüsüyle yeni hazlara bulanmıştı. Kısa aralıklarla, önce askere yazılan, daha sonra da Paris’te yaşamaya çalışan Gunn, kendiyle baş başa kalma fırsatını ancak 21 yaşında, Cambridge Üniversitesi’ne kabul edildiğinde yakaladı. O dönemki arkadaşlarından biri de editör Karl Miller’dı ve Miller sayesinde Gunn, şiirlerini eleştirebilecek güvenilir birini bulmuştu. Miller’ın olumlu desteği ile ilk dosyasını tamamlamaya karar veren Gunn, iki yıllık sürecin ürünlerini 1954 basımlı ‘Fighting Terms (Çatışma Anları)’ kitabında topladı. Bu ilk kitap, şairin verdiği bir söz niyetiyle okunuyordu. Klasik form üzerinde uyguladığı yeni denemeler, cüretkâr ve etkiliyken; Gunn, kısa süre içerisinde büyük bir gelişme göstereceğini kanıtlıyordu. Kitabın punk şiir kavramına ait ilk etkileri içerdiğini de söyleyebiliriz. Öncelikle, mevcut şiir düzenine büyük bir başkaldırı söz konusuydu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oldukça yoğun bir dönem sürdüren İngiliz şiiri, milenyuma kadar hesaplaşacağı özne problemlerinin ilk belirtileriyle, Modern Şiir’in büyük isimleriyle gölgelenmişti. Percy Bysshe Shelley, William Butler Yeats veya T. S. Eliot; 20. yüzyıl şiirinin en önemli isimlerinin geride bıraktıkları, hala çözümlenememiş ya da daha doğrusu, sindirilememişti. Yine de, bu heterojen dönemde bile, bir sonraki kuşağı oluşturan şairlerin ilk ürünleri, İngiliz şiirinin güçlü yapısını sürdürebilecek potansiyeli beraberinde taşıyordu. ‘the Movement (Hareket)’ adı verilen bu potansiyeli karşılayan Elizabeth Jennings, Philip Larkin, Kingsley Amis gibi şairler, bizim İkinci Yeni’nin benzeri bir yapılanmayla, her ne kadar ortak bir kararla gruplaşmasalar da, eleştirmenlerin ve okuyucuların gözünde bir bütün olarak yorumlanıyordu. ‘Fighting Terms’ ile ‘the Movement’in erken örneklerinden birini sunan Gunn, böylesi bir gruplaşmayı onaylamasa da, yine akım içerisinde yer alan Ted Hughes ve Donald Davie ile olan arkadaşlığıyla, kesin bir redde de gitmiyordu. Gunn’ı ‘the Movement’ algısından ayıran noktalar ise, yazdığı şiir kadar, kendisini ifade etme biçimiyle de belirginleşiyordu. Eşcinselliğini açıkça yaşayan Gunn, ilk kitabında gösterdiği tavırda, insana ve kendine yönelmeyi seçmiş, dönemin diğer şairlerinin aksine, her türlü ideolojiyi geri çevirebilmişti. Varoluşçu felsefenin etkisiyle, varoluşa dair tüm sorguları bir arınmaya tabii tutmak istiyordu. Bu arınma töreni için ilk olarak kendi cinselliğini deşmeye karar vermişti. ‘Fighting Terms’ ise ilk bıçak darbelerini simgeliyordu. ‘the Wound (Yara)’ isimli şiirde, yara metaforunun homoseksüelliği karşılaması, genel geçer ahlak yasaları karşısında özgür insanın tercihlerini ve sorumlulukları örneklerken, bir yandan da, heteroseksüel söyleme karşı koyuşu ile bu tercihleri yüceltiyordu.


Thom Gunn’ın vahşi bir varoluşçuya dönüşmesi, 1957 tarihli ikinci kitabı ‘The Sense of Movement (Hareket Sezgisi)’ sayesinde gerçekleşecekti. Okul yıllarında tanıştığı Amerikalı Mike Kitay ile birlikte ilişkilerini daha rahat yaşayabileceklerine inandıkları Amerika’ya taşınan Gunn, bu dönemde Amerikan şiiri ve Varoluşçu edebiyatı bir arada okumaya başladı. Kendini bir ‘Anglo-Amerikan şair’ olarak tanımlayan Gunn, Amerikan sokak kültüründe, Fransa’da gelişen heyecana benzer bir şeyler buluyordu. Onu arka sokakların Jean Paul Sartre’na dönüştürecek merakı, ‘The Sense of Movement’ kapsamında yer alan şiirleri şekillendirecekti. Motosiklet çeteleri ya da sokak serserileri dışında, homoerotizm ve uyuşturucu kullanımı gibi temalar, içeriği destekleyen önemli birer arka plandı. Şiir birikimine kazandırdığı yeni temalarla ‘hayret’ diyalektiğini kışkırtırken, ‘On the Move (Hareket Halinde)’ isimli şiirlerle popüler kültür imajlarını çarpıtarak güncel bir ilişki oluşturmaya çalışıyor; Marlon Brando’nun ‘the Wild One’ filmine yazılan şiir, toplumun dışladığı kesimleri başkarakter yaparak tehlikeli bir deneyimi zorunlu kılıyordu. Gunn, özneye yüklenen önemi bir adım sonraya taşıyarak, bedensel deneyimlere geniş bir önem ayıran ilk şair olma unvanını da bu kitapla yakaladı. Deri ceketler içerisinde verdiği pozlarla şiirinde sivriltmeye çalıştığı şairliğini gündeliğe taşıyan Gunn, bedenin yapılandırılmasına dair önemli bir pratiği devreye sokmuştu. Biçim ve içeriğin sarsıcı birlikteliği, şair üzerinde de işliyordu. Birazdan daha derin aktaracağım bu şiir-beden birlikteliği, ‘The Sense of Movement’i takip eden her eserde dozunu daha da arttırdı.


Ara Kitap: Benim Hüzünlü Kaptanlarım
‘The Sense of Movement’dan dört sene sonra tamamlayabildiği ‘My Sad Captains (Benim Hüzünlü Kaptanlarım)', Gunn’ın o zamana kadar yazmaya çalıştığı şiirin artık oturduğunun bir göstergesi olarak göze çarpıyordu ilkin. Birkaç okuma sonra fark edilecek en önemli ayrıntı ise, dil düzeyindeki ustalıktı. Ezra Pound’dan oldukça etkilenen Gunn, ‘My Sad Captains’ ile dize ve ritim uyumunu defalarca sınamış gibi, güçlü söyleyişin peşinden ayrılmamak için yoğun bir dikkat göstermekteydi. Ayrıca, lirik şiirin kimi temel dinamikleri de Gunn şiiri içerisindeki konumunu bulmuştu. Seks ya da uyuşturucu kullanımı, hazza dönük edimler dâhil, ne varsa, varoluşun yorgunluğunu hissetmeye başlayan Gunn tarafından insana ait bir hüzünle sarmalanıyordu. Herkesin kendi kahramanını yarattığı seks, insan-insan problematiğinde öze yaklaşmak için tek geçerli yolken, elde ettiğimiz bilgilerin yarattığı huzursuzluk, bu sefer yüzeysel bir birliktelik sonrası kendini yıkacak denli trajik bir hal almaktaydı. Kitapla aynı ismi taşıyan şiir, bu trajik rol değişimi çok iyi bir biçimde yansıtmaktadır.

One by one they appear in
the darkness: a few friends, and
a few with historical
names. How late they start to shine!
but before they fade they stand
perfectly embodied, all

the past lapping them like a
cloak of chaos. They were men
who, I thought, lived only to
renew the wasteful force they
spent with each hot convulsion.
They remind me, distant now.


True, they are not at rest yet,
but now they are indeeda
part, winnowed from failures,they with
draw to an orbitand turn with disinterested
hard energy, like the stars.

//

Bir bir belirdiler
karanlıkta: birkaç arkadaş, ve
tarihi isimleriyle
birkaç kişi. Nasıl da geç başladılar parlamaya!
fakat solup gitmeden somutlaşarak
dururlar kusursuzca, tümü

geçmiş sarmalamaktadır onları
bir kaos cübbesi misali. Onlar erkeklerdi,
bana kalırsa, yenilemek için yaşayan
her bir ateşli kıvranmada
harcadıkları savruk gücü.
Anımsarım onları, şimdi uzaktalar.

Doğru, onlar henüz huzurlu değiller,
fakat şimdi gerçekten koparılmışlardır,
ayıklanmışlardır başarısızlıklardan,
bir yörüngeye kapanmışlar
ve dönerler ilgisiz
katı enerjiyle, yıldızlar misali.

( Thom Gunn / My Sad Captains / 1961 / Faber)


‘My Sad Captains’, hümanizm ve insan trajedisi üzerine bir şiirdir. Fakat bu şiiri punk ya da hayret verici kılan gizli anlam, şiirin karakterleriyle açıklanabilir. Evet, bir trajediden bahsedilir, kitabın geri kalanında da böylesi trajediler okunmaktadır. İlginç olan, bu trajedilerin Gunn’ı birebir merkez almamasıdır. Gunn, dışta olanı içe katlamak dediğim deneyimlerle, gözlemlediği durumları kendi duyarlılığı ile birlikte yorumlamaktadır. Kaptanların hüznü ise, zorunlu heteroseksüelliğe zincirlenmiş bireyler olmalarından kaynaklanır. En azından Thom Gunn için, böylesi bir cinsellik anlayışı, ‘ilgisiz’ ve ‘gerçekten koparılmış’ bir cinselliği ifade etmektedir. İlk dönem Gunn şiirinin şiddete ve sıra dışı olana karşı duyduğu şefkat, ‘My Sad Captains’ gibi bir ‘ara kitap’ ile en üst kademeye sıçramıştır.


Seksüel Şiir: Queer Kavramına Doğru
1971 yılına ait ‘Moly’, söz konusu şefkati şairin duyarlılığını genişletecek biçimde şekillendiren şiirlerden oluşuyordu. Bu sefer trajik karakterlerden öte, her yönüyle insanlar ve onların alışkanlıkları anlatılmaktaydı. Hippi ve Beat akımlarının popüler kültüre taşıdığı özgür seks, uyuşturucu ve rock müzik kavramları, hâlihazırda bu kavramlar üzerine yazan Gunn’ı haklı çıkaran bir zaferi simgeliyorken, Gunn’da dönemi ile olan bağı kuvvetlendirmeye çalışıyordu. Gerçekten de,‘Moly’ bir dönem kitabı olarak akıllarda kaldı. LSD’nin yaygınlaşması ile yeniden kurgulanan psikolojik süreçler veya büyük müzik festivalleri aracılığıyla vurgulanan ortak algı gibi dönemsel özellikler; ‘Moly’ tarafından tekrar yansıtılıyordu. Örneğin, ‘Street Song (Sokak Şarkısı)’ isimli şiir, belirgin mekan ve zaman eşitliğinden yazıldığını ilk okuyuşta belli etmek istercesine açık göndermeler içermekteydi.

My grass is not oregano.
Some of it grew in Mexico.
You cannot guess the weed I hold,
Clara Green, Acapulco Gold,
Panama Red, you name it man,
Best on the street since I began.

...

Join me, and i will take you there,
Your head will cut out from your hair
Into whichever self you choose.
With Midday Mick man you can’t lose

//

Benim otum kekik değildir.
Bazısı Meksika’da yetişmiştir.
Sakladığım marihuana’yı tahmin edemesin,
Clara Yeşili, Acapulco Altını,
Panama Kırmızısı, ismini sen koy adamım
Başladığımdan beri sokağın en iyisiyim

...

Katıl bana ve seni oradan alırım,
Kafan saçlarından kesilip ayrılacak
Seçtiğin herhangi bir şekle.
Adamın Midday Mick ile kaybetmezsin,
Sana istediğin her şeyi sağlarım.

(Thom Gunn / Moly / 1971 / Faber)


‘Moly’, Punk kültürün sancılarına tanıklık etmesiyle ciddi bir önem taşımaktadır. Dil özellikleri bakımından net ve gündelik söyleyiş ile içerik seçimindeki mikro bakış, bu önemi örnekliyordu. Dönemsel olarak incelemeye devam edersek, her ne kadar büyük bir uyuşumdan da bahsedilse, açık uçlu bir yorumla geleceğe dair öngörüler, kitabın yaşam süresini uzatan esas etkendi. Hippiler kendi sarhoşluğu içerisinde pasifleşirken, gereken yeni isyan, ‘Moly’nin öngördüğü bireyin istekleri ile uyuşum göstermekteydi. Kitabın yayınlanmasından beş-altı yıl sonra patlak verecek olan isyan, Gunn şiiri için en uygun ortamı sağlayarak, bu öngörünün doğruluğunu kanıtladı. Gerçekten de, Gunn’ın bireye yüklediği tüm değerler, toplumsal hiyerarşiyi aşmaya dayalı bir sistem içerisinde daha yıkıcı etkilere evrilecelti. Bu ani ivme, yalnızca punk ile sınırlı kalmayıp, punk sonrası ‘New Romantics (Yeni Romantikler)’ kuşağı içerisinde de güçlü bir hareket sağlamaya (New Romantics: 80’li yılların İngiltere’sinde popüler kültür imalarının cinsel kalıpları aşarak yansıdığı kısa dönemin adı. Bu dönemin en belirgin özelliği, erkek ve kadın cinselliğini simgeleyen araçların iç içe geçmesidir) yetti. Punk sayesinde sağlanan vahşi enerji, New Romantic kuşağı tarafından dizginleştirilecek ve cinsiyet ya da uyuşturucu, hepsi bir huni içerisinde eriyip normalleşecekti. Böylesi bir erime, Gunn’ın şiirlerindeki homoerotizmi de daha duygusal bir yoğunluğa zorladı. Bu duygusallığın gelişimi ise, LGBT bireylerin siyasal bir örgütlenmeye girişmesiyle birlikte başlamaktaydı. Heteroseksizme ve heteronormativiteye karşı politik bir cephe oluşturan LGBT’ler, bir zamanlar hakaret anlamı taşıyan ‘queer (kabaca çevirirsek, ibne)’ kelimesi etrafında yeni bir teoriyi gündeme taşıyorlardı. Bedenin yeniden yapılandırılmasına dair öneriler, ‘gender’ ve ‘sex’ kelimelerin arasındaki zorunlu ayrımı işaretliyordu. Dikkatli bakıldığında, ‘sex’ kelimesi biyolojik dayandırmaları meşrulaştırırken, ‘gender’ kelimesi daha çok toplumsal faktörlerin cinsel kimlik üzerindeki etkilerine dair açık bir tanımdı. Kavramsal olarak Türkçeye çevrilmekte güçlük çekilen bu iki kelime, cinselliğe yüklenen sınıflandırmaları örnekliyordu. ‘Queer Teori’ ise cinsiyet, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsel pratiklerle ilgili her tür etikete, dolayısıyla da kimlik ve cinselliğin üzerine kurulduğu her tür kategoriye karşı durmaktaydı. İşte tam bu noktada, Thom Gunn şiirinin arka planında büyük bir değişim gerçekleşti. Gelinen yerden geri dönüp Gunn şiirleri okunduğunda, ‘Queer Teori’nin gerekliliği; homoseksüellik ya da heteroseksüellik tanımlarını aşıp insan-sex doğallığı içerisinde seksüel edimlerin hepsini teker teker içselleştiren Gunn tarafından destekleniyordu. En azından, oluşmaya başlayan yeni algı, Gunn’ı böyle yorumlayacaktı.


Kül
Ne yazık ki, anlattığım tüm bu olumlu kesişmeler, Aids hastalığının yaygınlaşmasından önceydi. Toplumun yaygın ve yanlış sangısı, Aids’in sadece homoseksüel ilişkiyle bulaştığına yönelikti. HIV virüsünün toplumsal hafızada bıraktığı derin korku, yeni LGBT hareketinin de aksamasına sebep oldu. Cinsel imalar yeniden tehlikeli ve kamu düşmanı konumuna gelmişti. Aseksüelleşme olgusu, kültür değerleri üzerine baskı kurmuşken; bu amansız hastalığın kurbanları, kendi kaderlerine terk ediliyordu. İlk ölümlerin şaşkınlığı, yerini yavaş yavaş paniğe bırakacaktı. Thom Gunn’da, bu paniği deneyimleyen onca insandan biriydi. Aids yüzünden pek çok arkadaşını kaybeden Gunn, hayatının en karanlık dönemini ‘The Man With Night Sweats (Terli Gecelerin Adamı)’ kitabıyla aktaracaktı. 1992 yılında yayınlanan kitap, Gunn’ın en ünlü kitabı olmakla birlikte, en etkileyicisiydi de. Yiten arkadaşlara ağıt niteliği taşıyan şiirler, bir tür yüzleşmenin gerçekleştiği kişisel zamanları aktarıyordu. Yine de, böylesi hüzünlü bir alt akışa rağmen, bu şiirler belirli bir teslimiyet duygusunu açıkça reddediyordu. Şair, geçmişin sorumluluklarıyla büyüyen bir yaranın farkına varmıştı fakat önemli olan, bu yaranın hiç kapanmayacağını bilip, böylesi bir gerçeği sakince karşılayabilmekti. ‘The Man With Night Sweats’, aynı zamanda, şairin merkezini işaretliyordu. Hayret mekanizması, bedensel takıntılar, iç-dış ilişkisi, cinsellik, uyuşturucu, punk… Gunn’ı bütünleyen her türlü araç, ‘The Man With Night Sweats’ sayesinde ortak bir platforma taşınmış gibiydi. Yaşanan tüm kazalara rağmen, beklenen arınma, ölümle birlikte gelmiş ve su, akıp gidenlerin ardından berraklaşmıştı. Thom Gunn, yaktığı ateşlerin külleri içerisinde yeniden varolamaya çalışıyordu. ‘The Man With Night Sweats’ ile ölümü arasında geçen sessiz dönem, Gunn’ın kendine kapandığını kanıtladı. 2004 yılında gerçekleşen ölümünden dört sene önce yayınladığı son kitabı ‘Boss Cupid (Kontrol Hırsı)’ ise, ironik ve eğlenceli diliyle, sürekli ulaşmak istediği doygunluk noktasının rahatlığını taşıyarak, çağın en önemli şairlerinden birini uygun bir sonla hatırlamamızı kesinleştirecekti.


Punk şiir için miras
Şiirin içeriğine dair pek çok deneyimi evrensel bir bütünlükte onaylayan Gunn, punk şiir için gereken geçmişi tek başına temellendirecek denli büyük bir isim olarak geniş etki alanları yaratmaya devam etmekte. Yine de, söylenebilecek en önemli söz, onun hayata karşı geliştirdiği davranışları açıklamaya çalışmamızla birlikte beliriyor. Bir eşcinsel, bir uyuşturucu kullanıcısı, bir serseri, ne derseniz deyin, Gunn’ı tanımlarken kullandığımız her türlü kimlik, sonuç olarak, insana ait çok önemli bir sırrı ele veriyor. Eros’un lirik yardımcısı, şiir adına öz-yıkımsal süreçlerde yorgun düşüp parçalara ayrılmayı göze alırken, geride bıraktığı parçaları yeniden bütünlemek, bizi bize gösterebilecek pürüzsüz bir yüzeyi sunuyor. Önümüze çıkan görüntü karşısında hayrete düşmek, yapabileceğimiz en doğru davranış olacaktır.

Fırat DEMİR
Yasakmeyve 42, Ocak-Şubat 2010

0 yorum: