Çocukluğumdan beri romantik komedi ve dram sinemasına karşı yoğun bir ilgim var. İçimde ama öyle hemen bulunabilecek bir yerde, tüm hayatını ekran karşısında sorgulayıp, mutlu-mutsuz bir sona bağlayabilecek birisi olduğumu söyleyebilirim. Ve hatta Atilla Dorsay’ı çok sevdiğimi: Çünkü bu tür filmler ondan hep yüksek puan almıştır.İlgimin bir tür saplantıya dönüştüğü zamanlarıysa, televizyon dilinde, sabah kuşağı, öğle kuşağı ve dizi kuşağı diye üçe ayırıyoruz. Sinemanın, hele ki sinema salonunda izlenildiyse, bir yastık gibi başın arkasında biriken yumuşak karanlığı; televizyon kanallarında tam takım bir dinlenme ritüeline dönüşüyor. Her ne kadar dizi devamlılığına pek ayak uyduramasam ve sabah kuşağı sırasında uyuyor olsam da, öğle kuşağını evde olduğum günlerin biricik aktivitesi haline getirmek konusunda asla tereddüde düşmem. Ahmet Haşim’in dediği gibi, tüm o görüntülerin içinde kendi duygularınla baş başa kalmak, o görüntülerin etkisinden değil, can sıkıntısı yüzündendir. Ağlamak istediğim zaman kumandanın 3. tuşuna, gülmek istediğim zaman…
Romantik komedi ve dramın çocuğu sayılabilecek gençlik filmleri/dizileri, içerisinde yeterince ‘olgun’ taşımadığı için, es geçtiğim bir alt başlık. Edebiyat, Bret Easton Ellis / Hanif Kureishi / Tama Janowitz filan tamam da, söz konusu dizi/film olduğunda, edebiyat uyarlamaları bile, belirgin bir sınırın ötesine geçmekte çok zorlanıyor. Yine de, izlemekten hoşlandığım iki gençlik dizisi var: Gossip Girl ve Skins. Filmlerin isimlerini söylemeyeceğim. Şu an salon koltuklarının üzerindeyiz, Atlas’da değil.
Bu yazının devamı için kumandalarımızdan Kanal D’yi buluyoruz, Çarşamba günü, haberlerden sonra: Gossip Girl’un Türkiye yorumu denilen ‘Küçük Sırlar’ başlıyor. Dizinin kaynağı, belirgin alışkanlıkların farklı sonuçlar vermesine dayanan bir matematik problemiydi. Türkiye versiyonunun ilk farklılığı, matematiğin yalnızca realiteyle dizi arasındaki çıkarma işleminin çok haneli sonucunda rastlanması. Eh, bunu da yaşadığımız toprakların yapısıyla açıklamak gerekir ki, bununla uğraşmak yerine, diziye devam etmek çok daha mantıklı bir hareket olur. Uğraşmak demişken, internette diziye yapılan eleştirileri haksız buluyorum. Şu ana kadar izlediğim tüm yerli diziler histerinin zirvesine adını yazdırmışken; bir grup güzel/yakışıklı ergenin hiper-lüks bir dünya içerisinde kendilerini kaybetmeleri adil ve zararsız görünüyor. Eleştirilere verebileceğim tek cevap: Eğer siz de iyi bir izleyici olursanız, televizyonun içerisinde gizli sonsuz eğlenceyi görebilirsiniz. Keza ‘Küçük Sırlar’, ‘Gossip Girl’ kadar ileri gidemese de, biz bunun nedenlerine kafayı çok taksak da, eğlence konusunda pek ekonomik davranmıyor. Daha ilk bölümden esas kıza karşı işlenen mükemmel kötülük ağı, karakterin ihanet, tecavüz, ölüm gibi pek çok trajediyi ardı ardına yaşaması ve çevresinde beliren her insanı bir tehdit unsuru gibi karşılamasını gerektiren ortam içerisinde varoluş mücadelesi vermesiyle, ‘Küçük Sırlar’ın o içimde bir yere çok yaklaştığını söyleyebilirim. Hepimiz biliyoruz ki, dedikodu tamamen zamanla birlikte anlamını kazanan bir kavram. Mesela, son noktayı koyma derdindeyseniz ve bu yüzden beklemeyi kabul etmişseniz, verdiğiniz her türlü karşılık, dedikodunun yeri geldiğinde ayıplanan gerçekliğinden sıyrılarak, bir çeşit savunmaya dönüşür. Ya da çok sevdiğim bir arkadaşımın yaptığı gibi, sessiz bir konuşma tarzı, dedikodunun bir çeşit uyarı gibi duyulmasını sağlayabilir. Böylelikle kendinizi dedikodudan soyutladığınız gibi, iyi niyet hanenize bir çentik atabilirsiniz. Fakat bu yöntemin geçerliliğini, yine zaman sayesinde kanıtlayabilirsiniz. Zamanı bile dinlemeyen bir tür vardır ki, en yakınlarınıza bile sizi kötülerken, bunları duyacağınızı hesaba katamayacak kadar dikkatsizce hareket etmekleriyle bilinirler. Bu türün geleceğinde çalmayan telefonlar ve ne de olsa kimse gelmeyecek diye açık bırakılan kapılar görülmektedir. İşte tam bu noktada 'Küçük Sırlar', dedikodunun zaman ve mekanla ilişkisini başarıyla örnekleyen karakterle dolu bir dizi ve reytingleri ele geçirmesinin büyük sırrı, gençken ya da gençliğimizi özlerken deneye yanıla keşfettiğimiz kötücüllük hevesimizi bir paket olarak sunmasıyla alakalı. Karakterleri yeterince kötü bulmamamız bile, görmek istediklerimizle yaşamak istediklerimize dair bir gerçekle birebir örtüşüyor. Diyebiliriz ki, 'Küçük Sırlar'ın her eksisi, bizdeki bir boşlukta artıya dönüşüyor.
Dizinin marka yüzü Sinem Kobal'ın oyunculuğu da bir tartışma konusu ve ben bu konuda da dizinin yanındayım. O kızın sürekli lityumu çağrıştıran duygusal geçişleri ve yanlış yerlerde yarım tepkiler vermek konusundaki ısrarını izlemeyi çok seviyorum. Konu oyunculuğa geçmişken, dizinin 'en dişisi'ni canlandıran Merve Boluğur, gelecek bölümlerde yapacaklarıyla dizinin diğer karakterlerini parmağında oynatacağa benziyor. Dün gece Lale ve Mazhar Candan'la güzelliğin kendine has çeşitli sorumluluklar içerip içermediğini tartışmıştık. Gençliğinde bir çeşit star ışığı taşıdığı aşikar Mazhar, Lale'nin kahkahalarını bastırarak, kendine düşen sorumlulukları yerine getirmediği için çabuk yaşlandığını söyledi ve meselenin cesaret meselesi olduğunu. 'Ayşegül' karakterini canlandıran Boluğur, böylesi bir cesarete sahip. Burak Özçivit, oyunculuğunun 'olgunluk' çağını merak ettirirken, dizide bir de Hande Yener'in eski sevgilisi var ki, Hande'nin pedofili olduğunu cümle aleme kanıtlayacak bir post-ergenlik ruhu içerisinde kendini rolüne kaptırmış, gidiyor, gidiyor.
Dizi, şu anda 4. bölümünde ve bölümler arasındaki tek fark, uzatılan etek boyları. Zamanla yerine oturacağına emin olduğum 'Küçük Sırlar', Türkiye televizyonunda net çekmeyen kimi konulara da el atmaya başlayınca, varolan eğlencesini üçe dörde katlayabilir. Ha, dizinin dram yönü ne oldu, nerede romantizm derseniz, hepimiz biliyoruz ki, birinin kulağına fısıldadığımız şeyler arasında gerçek hüzünler hiçbir zaman yer almamıştır, almaz.
1 yorum:
okuduğum en iyi dizi yorumlarından biri. ellerine sağlık.
Yorum Gönder