09 Kasım, 2008

Öngörüler, Mucizeler ve Lale Müldür / 9 Kasım Pazar / BirGün


http://www.birgun.net/sunday_index.php?news_code=1226187541&year=2008&month=11&day=09


»İlk şiir kitabınız ‘Uzak Fırtına’nın yayımlanmasının ardından tam yirmi yıl geçti. Okuyucunuzla kendi aranızda dilediğiniz bağın kurulduğunu söyleyebilir misiniz? Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?


Esas istediklerim olmadı ve yapılmadı. Bunlardan biri de ilk şiir kitabımın ilk şiirinin analiz edilmesidir. Tüm poetikamı hatta şiir haricinde romanım Bizansiyya’yı bile bu şiirde görebilirsiniz. Ona ince uzun bir yaprak uzatıyor ve diyorum ki / hiç korkma / benim dokum cam / ölmüştüm ama işte şimdi yeniden yaşayanım / Ben de hiçbir şey yok / bir çığlıktan başka / yosun denizaltı odaları ve bir yağmur yatağından başka.

Ölmüştüm ama işte şimdi yeniden yaşayanım cümlesi, İsa’ya ait bir cümledir. Ayrıca kendi yeniden doğup ölmüşlüğümde vardır içinde, 2002 yılında yaklaştığım ölüme dair bir öngörü vardır. Bu şiiri yazarken, geçireceğim beyin ameliyatını bilmediğim gibi, İsa’nın şiirimle olan ilgisini de bilmiyordum daha. İtalya’da okurken farkettim benzerliği. Daha doğrusu şiir bursu aldığım okulda farkedildi bu benzerlik. İnanmamıştım ilk başta, İsa’nın sözlerini İncil’den okumuşsun ve İncil’i yazıyorsun, demişti bana şiir hocam. Ne ilgisi var, diyerek karşı çıkmıştım. Tamamen din dışı bir aileden geliyordum bir kere, Kuran’ı bile elime almamışım o zamana kadar. Bilmeyerek böylesi dizeler yazmam pozitif anlamda büyük bir olay olmuştu okul için.

Sözünü ettiğim şiirin analiz edilmesini çok isterdim, bu analizin okurla aramdaki bağı kuvvetlendireceğine inanıyorum.

»Geçen ay piyasaya çıkan yeni şiir kitabınız ‘Güneş Tutulması 1999’un yirminci yıla denk düşmesi sizin için özel bir anlam taşıyor mu?

Şiirlerimde yer eden geleceğin, 21. yüzyılın kitabı oldu ‘Güneş Tutulması 1999’, öngörülerle yazıldı. Geleceğimizde yer edecek olan depremlerin, din savaşlarının ve ekonomik hesaplaşmaların şiiri oldu bilhassa.

»Şiirin yazılma sürecinden bahseder misiniz? Bu süreç boyunca şiiri nerelere götürüp getirdiniz?

Gülseli İnan’ın çiftliğindeydik. Babası vardı ve o benden taro bakmamı istedi. Taro bakıyordum ve hep Yıkım Kulesi çıkıyordu. 17 Ağustos depreminden birkaç gün önce. Tabii deprem diye yorumlayamıyorduk ama çok acıktı ve zaman geçmeden ne demek olduğunu anladık. Gülseli ve babası çok acı bir biçimde terketti o çiftliği. Kurtuldular fakat çok ağır olaylar yaşadılar. Aslında güneş tutulmasını yazmak istiyordum, depremden iki üç gün önce tamamladığım şiirimde güneş tutulmasından bahsediyordum ve taro da karşıma çıkan Yıkım Kulesi’nden. Yaşananlar, şiirin devamını apayrı bir noktaya taşıdı. Falbakıcılığımda böylesi bir sonuçla bitmiş oldu. Artık kimseye taro falı bakmıyorum.

Ayrıca bir Fransız şaire aşıktım ve ona şiir yazmak için başladım ama o Fransız şair yok gibiydi çünkü Türkiye’yle ilgisi yoktu. Kitabın politik yönü bu ilgisizliğe tepki olarak gelişti. Aynı zamanda, bu Fransız şair, benim bir tür ultrasonik ikizimdi. İlk defa bir şaire şiir yazdım onun sayesinde. Bir ultrasonik ikiz olarak onun görüşleri de, benim görüşlerim kadar önemliydi.

»Birden yetmişsekize kadar numaralandırılmış parçalardan oluşan kitap dört bölüme ayrılıyor. Yine de, bu bölümler birliktelik içinde okunduğunda belli bir vurguyla yeniden yapılanıyor ve tek bir şiir halini alıyor. ‘Güneş Tutulması 1999’ bir şiirin kitabı diyebilir miyiz?


Benim kitaplarımda bütünlük hep vardır arkadaş! Zaten iki-üç gün içinde yazılmış bir olay. Bölümler sadece stilistik özellik olarak var, konteks olarak bölünme yok. Dediğin gibi, tek bir şiir bu. O kadar yıl boyunca bir bütün halinde yazmak zor bir iştir. Hâlâ bu bütünlüğü koruyabiliyorum. Yeni kitabım yakında çıkacak. Genç şair Seyhan Özdamar’la otomatik yazımı iyice ustalaştırıp bilgisayar üzerinde peşisıra dizeler sıralayarak uzun şiirler oluşturuyoruz. Bütünlüğü o şiirlerde de yakalamam üzerine yazdıklarımız adeta akıyor.

»Bu haberi bilmiyordum. Seyhan Özdamar’la birlikte sunmayı planladığınız şiirlerden bahsebilir misiniz öyleyse ve yeri gelmişken?

Son acil konuları, neler yapmamız gerektiğini ve neler yapmamamız gerektiğini, bitkileri, hayvanları ve hayvanlar alemine geçmiş bir şairi sunacağım, sunacağız. İnsanlara insanlardan daha yakın olan hayvanlardır artık. Tabii, dillerinden anlamak lazım. Bunu da herkes beceremez. Benim kuşlarım var mesela, martılarım var, bir özel martım var, birde özel kargam var. Belki de İstanbul’un fethinden kalma bir kargadır. Kumrularım da vardı ama onları Saatler / Geyikler kitabımda yazdım.

»Bir önceki şiir kitabınız “Ultra-Zone’da Ultrason” ile anlaşılır bir şiire yöneldiğinizi belli etmiştiniz. Dikkatsiz bir okuyucu, ‘Güneş Tutulması 1999’u bu yeni eğilimlerin devamı olarak görebilir. Oysaki, yeni şiiriniz tam dokuz yıl evvel kaleme alınmış. Neden beklediniz?

Anlatmak istemediğim özel bir nedeni var. Hem, illa şiirimi çıkarmalım gibi aceleci bir tavrımda olmadı asla. Bekledi öyle.

»Şiir yazmayı bırakabileceğinizi söylüyordunuz. Kırgınlığınız devam etmiyor olsa gerek?

Etmiyor, canım. 2002 yılında gerçekleşen ölümümden sonra bugüne çocukluğumdan yetişmiştim ve kırgınlığım, aslında şiire karşı bir ergenlik tepkisiydi. Sonra bu tepkiyi aştım ve şimdi yazmayı sürdürüyorum. Uzun süredir hakkında malzeme biriktirdiğim, üzerine düşündüğüm bir roman daha var planlarım arasında. Romanın konusunu geçenlerde netleştirdim, Zen Budizmi olacak yeni romanımın konusu. Kısa bir süre içinde tamamlayacağımı düşünüyorum. Artık daha hızlı çalıştığım için böyle söylüyorum. Beni öldü sananların aleyhine daha hızlı yazıyorum, bütün öldü sananlar alkışlasın diye.

» ‘Şairin romanı’ diyebileceğimiz ‘Bizansiyya’ geçen sene yayımlanmıştı ve bu otobiyografik roman şiiriniz üzerine pek çok şifreyi içeriyordu. ‘Güneş Tutulması 1999’un romanı takip etmesi, Lale Müldür’ün planladığı bir görüntünün planlı parçalarından biri mi?

Hayır. Yine de, her şeyde biraz plan vardır. Plan yapan ben değilim. Şiirleri yazan da ben değilim. Mecburen şiiri yazan gibi konuşuyorum çünkü kim yazıyor bilmiyorum. Mesela, aynı şekilde, Seyhan Özdamar’la birlikte yazdığım içinde eleştiriliyorum. Daha ilk kitabı çıkmamış bir çocukla nasıl yazarmışım ben. Eleştirenler, elimde olmayan planın kendiliğinden işlediğinin farkında değiller. O çocukla daha tanıştığım ilk gün beraberce şiir yazabildim. Bu önemliydi benim için. Bu önemi bilmiyorlar ve her şeyin gizli bir plan dahilinde gerçekleştiğini bilmeyenler de böyle konuşabiliyor.

» ‘Güneş Tutulması 1999’u onbeş yıllık bir yazım sürecinden geçmiş ‘Bizansiyya’nın kardeşi olarak gördüm. “Tarih silinmiyordu / O halde bir kefaret horozu gerekiyordu” diyorsunuz mesela. Bu dizeler ‘Bizansiyya’ ile birlikte düşünüldüğünde neyi aradığınız daha net anlaşılıyor. Siz silinemeyen tarihe, tıpkı Ece Ayhan gibi, kefil oluyorsunuz ve karşılığında tarih size sırlarını fısıldıyor.

Benzerliği iyi yakalamışsın. Sen bu işlerden anlıyorsun. Ukalalığının bir nedeni var yani. Soruna döneyim, şu anda yaşadığımız tarih, tarih dışı bir tarihtir. Onbeş yıl önce bunu söylediğimde gülerlerdi bana. Artık gülemiyorlar ama.

»Bir de sır deyip geçiştirdiklerimiz, anlamayı en baştan reddettiğimiz tarih var. Mesela, Osmanlı İmparatorluğu ile Bizans’ın içiçe iki kaşık olması gibi. Osmanlı padişahlarının rüyalarını Latince gördüklerini halen kabullenemiyoruz. ‘Güneş Tutulması 1999’da geçtiği gibi, her şeyi tümüyle unutturacak bir mucize mi beklediğimiz?

Daima mucize bekleyen bir ırkız zaten. Bu tarihimizde görülebilir. Hiçbir ülke yoktur ki, bir noktaya gelsin ve tarihine baksın ve tarihinden çeşitli önemli dominant öğeleri alıp değiştirsin. Bizim dışımızda böyle bir ülke bulunamaz. Bu yüzden de, yaşanan olayların mucizelere uyma zorunluluğu doğuyor kendiliğinden, mucizeye uymak istiyoruz. Ne mucizesi bekliyorsak?

Osmanlı İmparatorluğu ve Bizans benzerliğini ise ‘Bizanssiyya’ romanımdan bir okumayla cevaplamak istiyorum: “Kanlı trajediler, entrikalar ve frenlenmemiş ihtiraslar ülkesi; Bizansiyya...” Bizanssiyya yerine Türkiye diyebiliriz, ya da Osmanlı İmparatorluğu.

Osmanlı İmparatorluğu dedik de aklıma geldi. Beni en iyi Cem Sultan anlardı. O da vaktini yurtdışında geçirmiş, çeşitli suçlamalar olmuş hakkında, kovalanmış ve sonunda öldürürmüş. Görebilseydi, Bizansiyya’yı anlardı, pek hoşuna giderdi. Ama Cem Sultan yaşamıyor bugün. Onun için öylesine idare etmek durumundayız.

»Osmanlı padişahları, Bizans hayallerini sürdürürken, Anadolu’da başlayan Şiileşme tehlikesine karşı halifelikten aldığı güçle halka tepeden inme bir ümmet fikri dayatmıştı. Mistizm ve nihilizm arasında yaşadığınız için size soruyorum, bu topraklarda dinin hâlâ cehaletle algılanmasının temel sebebi halkın yaşanmışlığa dayalı bir geçmişinin olmaması mı?

Söylediklerin benim genel kanımı yansıtıyor. Ayrıca, dünyanın hiçbir yerinde İslam’dan anlayanın kaldığını düşünmüyorum; ne İran’da, ne Türkiye’de, ne de Arabistan’da... Anlaşılsaydı bu kadar tepki toplamazdı.

»Sonra da oryantalizmden şikayet ediyoruz. Taze bir hikaye anlatacağım. Eminönü’nde eşcinsel bir çift gördüm, Avrupalı, tüm günlerini Eminönü çevresindeki camiilere ayırmışlar, bana yerini bilmediğim bir camii’yi sormuşlardı. Camiileri gezdikten sonra otellerine gidip dinleneceklermiş, gülerek söylediler bunu, sevişeceğiz demek istediler herhalde. Otelleri neresi tahmin edin: Hilton. Müslümanlığı tam olarak çözümleyememişken, seyretmeye muhtaç Avrupalıların sadece görüntüye dayalı yorumlarına bu kadar aldırış etmemiz niye?

Çünkü her şeylerini takıyoruz kafaya, fazla takıyoruz hatta. Bu da çok normal, gelişmekte olan bir ülke olduğumuz için, gelişmekte olan ülkeleri taklit etmeye mecburuz.

»Alınganlığımız edebiyatımızı da derinden etkiledi. Garp mı, şark mı? sorunsalıyla çok zaman kaybettik. Mesela Ahmet Hamdi Tanpınar, bu sorunsal üzerinden mükemmel eserler yazmış olsa da, daha farklı deneyimlere kapalı kaldı.

Tanzimat’tan beri kimi konuları aşamadık hala. Hani felsefe kafası, hani şiire ilgi, hani neredeler, var mı bunlar? Yok işte, görüyoruz. Yine de, bu durumun edebiyatçılar açısından hoş bir tarafı da var diyebiliriz. Hem garbı, hem de şarkı anlayan insanlar bir tek bizim ulusumuzdan çıkıyor. Sayıları birkaç kişiyle sınırlı belki, ama anlıyorlar işte.

»Bu birkaç kişiden biri de Ahmet Hamdi Tanpınar’dı bana kalırsa. Hâlâ aşılamadı.

Ben de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın aşılamadığını söylerim. Tanpınar’ı aşan biri gelse, Allah’ım, ne mucize olur!

»Cumhuriyet devrimimizde de sorunlar ve mucizeler var. Yapılan devrimin halk tabanı tarafından tam olarak sindirilmeden tepeden inme bir şekilde gerçekleşmesi, bugün Cumhuriyeti hala eksik kavrayamamıza neden oluyor.

“Sen tanımıyordun / benim tenekeden kurulan ülkemi...” Yani, hiçbir geçmiş semisyolojisi, sosyolojisi olmadan kurulan Cumhuriyet’ten bahsediyorum ve devam ediyorum: “ve anlattım / Cumhuriyetin tenekeden kurulan / erkeklerinin de ara sıra / üzüm salkımlarına alınlarını yasladıklarını / ve ağladıklarını ara sıra.”

» ‘Güneş Tutulması 1999’dan benzeri bir şifre daha çıkartalım. “Türkiye’nin koruyucu meleği yok” diyorsunuz, kendimizi güvende hissedebilmemiz için nasıl bir Türkiye hayal ediyorsunuz?

Belki de koruyucu meleklerden daha önemli yaratıklar vardır bu ülkenin geleceği için. Ne olduklarını anlatmamı isteme. Anlamayanlara ise sonsuz kızgınlık diliyorum.

»Şairlere fazlasıyla kızgın bir ülkede yaşıyoruz zaten. Franfurt Kitap Fuarı dönüşü Vakit gazetesi tarafından hedef gösterilen küçük İskender’le birlikte düşünmenizi istiyorum; Türkiye’de şiirin iktidarla ilişkinden bahseder misiniz?

Devlet daima iyi şiirin peşinde oldu ama İkinci Yeni’den bu yana şairler bundan kaçmasını öğrendi. Dilerim ki küçük İskender’de öğrenir. Ama bu zor. Çünkü yazdığı konular açıkca sisteme karşı. Dolayısıyla, onun da sonsuz bir milenyum kaçısı uydurması gerekiyor kendine. Ben şahsen ona bu yeni projesinde eşlik etmek isterim. Diğer bütün şairler içinde geçerli tabii bu.

» “Ülkemin acıları siyah bir tül gibi sarıyor beni” diyorsunuz ‘Güneş Tutulması 1999’un ilk bölümünü kapatırken. Röportajın sonuna gelirken bu acılardan bahsetmiş olduk teker teker. Gerçekten bu acılarla çevrelendiğinizi mi düşünüyorsunuz?

Evet, gerçekten de şiir hem benim en büyük acım, hem de en büyük kıvancım oldu her zaman. Diyebilirim ki, bazı gerçekleri bilip bilmeden hareket eden bazı şairler ve şair yakınları bana işkenceye yakın durumlar yaşattılar. Cehaletin kurbanı oldum yani. Bana yardım edecek bir tek Allah ve birkaç peygamber var artık. Bu şekilde ayakta kaldım ve inadımı sürdürüyorum.

»Dahi ve deli olduğunuz sürekli tekrarlanıyor Ayşe Arman bile bu konuda bir şeyler söyleme gereği hissetti. Artık sıkılmadınız mı?

Son derece haklı bir soru. Evet, çok sıkıldım. Fakat benden daha deli insanlar böylelikle atabildi sıkıntılarını. Onlar benden daha deli aslında. Ayşe Arman beni hastane çıkışı yakalayıp konuşmuştu. Bu olaydan sonra manik depresiflerin sayısı arttı. Şu kadarını söyleyeceğim, bana dışarıda bir sürü doktor, bir şeyin yok senin, dediler, hassaslık dışında.

»Anlaşılmadığınızı mı düşünüyorsunuz yani?

Türkiye’de doktorlar manik depresifliğin anlamını bile bilmezken ve doğal olarak benim konuşma tarzımın yoğunlaştı zamanlar şiirimsi bir üsluba geçmesi nedeniyle ve bunun da çok zor anlaşılması yüzünden manif depresif olmakla itaf edildim. Ve hala da bunu ödüyorum. Yani beni anlamayan kitleler benim beynime kadar girdiler ve bu şekilde bütün özgürlüğümü elimden almış durumdalar. Ben şu anda yaşadığım hastane olayı yüzünden ne evlenebilirim, ne de bir ev satın alabilirim. Beni uydurmaca yaşamaya mahkum etmiş bulunuyorlar ve bunun cezasını da bir gün mutlaka ödeyecekler.

Fırat DEMİR

2 yorum:

gaykedi dedi ki...

Sen bu işlerden anlıyorsun. Ukalalığının bir nedeni var yani :)

Ezgi dedi ki...

lunatic insanları seviyorum.