09 Aralık, 2010

Yıldırım Türker

Eksik Parçalar
‘Punk şiir’ gibi daha önce varolmayan bir tanımın geçerliliğini denetleyebilmek için tek bir yol vardı: Bu tanımın örnekleyeni konumundaki şairleri çok dikkatli seçmek. Önce masanın üzerindeki kalemlik, vazo, ajanda gibi fazlalıkları bir başka fakat benim için önemsiz bir masaya taşıdım, ardından da yirmi şairin rastgele kitaplarından oluşan bir grubu onarlık parçalara ayırdım. İki grubu da yarıya indirmekse, beklediğimden daha kolay, beklediğimden daha faydalı oldu. Ted Hughes, Thom Gunn ve adlarını sürpriz niyetine saklamak istediğim üç İngiliz şair, punk şiirin ne demek olduğuna dair cevaplar sunmak üzere bir araya gelmişti. Bu grubun amacı, ‘punk’ gibi kökeni İngiltere’ye dayanan bir kültürün yerelliğini karşılamaktı. Diğer grupsa, Türkiye şiirine punk tanımının uyarlanıp uyarlanmayacağı deneyebileceğimiz şairlerimizi taşıyordu. Ben derdimi anlatmaya ilk gruptan başlarken gayet basit bir savunmam vardı: Punk bir şemsiye sözcük, ama bizdeki yağmurlar için pek sağlam değil.

Açık konuşmak gerekirse, İngiliz şiirinin 80’li yıllardan sonra aldığı şekli yorumlamak için, ‘punk’ kelimesi yerine, bu kelimenin yırtıcılığı karşılayabilecek başka bir kelime getirebilirdim. Yine de, söz konusu kelimenin tarihsel karşılığı, tüm bu temellendirmelerden sonra bahsetmek istediğim ‘New Age Poets’ şairlerini bir arada tutmaya yetecek bir olanak sağlıyordu. Herkes için en doğrusunu yaparak, şiirin temas ettiği her türlü boşluğa sızabilecek bir güçlü akış yakalayabildiğimi sanıyordum. Neyse, tarih dersine geri dönersek, ‘New Age Poets’in kaderi, punk’ın varoluşuyla birlikte şekillendiğinden, ilk not yine punk’a ait olmak zorundaydı. Margaret Thatcher hükümetinin estirdiği sert rüzgar, 70’li yıllarda patlak veren bir gençlik alt kültürü tarafından hicvedilirken, bu hicvin kendi parodisi haline gelmesi için yalnızca birkaç yıl geçmesi yeterliydi. Kısa süre içinde anaakımın bir parçası haline gelerek başladığı yerin özerkliğinden uzaklaşan punk, İngiliz burjuvazisinin konformist bilincine hitap ederken; şiirin ‘punk’lığı, bir zorunluluk gibi dayatılan apolitikliğe tepki olarak, 80’lerin başında gelişmeye başlayacaktı. Yani, punk kendi anlamını öldürürken, sözlükteki sırayı yan anlamına teslim ediyordu. Ölü kültürel hayatın içerisinde, yalnızlıkla hiç olmadığı kadar baş başa kalmak zorunda kalan genç İngiliz şairler, bir-iki kuşak öncesinin mitleşmiş şairlerinden (Ted Hughes ve Thom Gunn gibi) cesaret alarak, kendini ifade etmenin en uç yollarına sapacaklardı. Benim şiire biçtiğim punk kumaşını üzerine geçirebilen şairlerden oluşan ‘New Age Poets’; politik-apolitik, bireysel-toplumsal, yalın-hermetik gibi pek çok eski karşılaştırmayı yapısöküme maruz bırakıp tamamen yeni ve çarpıcı bir şiirin önünü açarak, bir zamanlar ‘punk’ kelimesinin ifade etmeye çalıştığı yıkıcı etkiyi başka bir platformda başarıya ulaştırdı. Antilik hali, aşırılığı legalleştirme merakı, isyanı bile estetize etme çabası gibi anlamlar; ‘New Age Poets’ tarafından şiirin diline çok iyi çevrilmişti. Sonuç olarak, punk şiir diye tanımladığım tüm şiirler, aynı ortak noktada birleşiyordu. Modern şiirin şairiyle yüzleştiği, şairine yenildiği noktada.


Sıralama Yapma! Yapama!
‘Bir Punk Şiir Öncüsü Olarak Ted Hughes’ ve ‘Aşılığın Legalleşmesi: Thom Gunn’ yazılarından sonra, bir zamanlar BirGün gazetesinde yazdığım edebiyat köşesi ‘Kara Parçaları’nı YasakMeyve’ye taşıyabildiğimi öğrendiğimde, bir tür yüzleşme anı da benim için belirginleşmeye başladı. Halihazırda geniş bir alana yayılmış punk meselesine devam etmek, bu meseleyi Türkiye şiiri üzerinden tartışmaya açmak, kendi şiirimin denklemini oluşturmaya çalışmak ve okuyarak ya da yaşayarak kazandığım deneyimleri anlatmak arasında bir sıralama yapmam gerekiyordu. Tamamen yenileyici bir çözüm üretmek için zorunluluklarla baş başa kalmayı bekleyen biriyim ben ve bazen, en basit çözümlerin, en zor sorulara ait olabileceğini unuturum.Bir sıra oluşturma fikrini tepeledim ve kendime biçtiğim rotanın ilk durağına doğru harekete geçtim.

Vahşi Enerji, Sonsuz Cazibe
Her nasıl punk şiir tanımına bir biyografi çıkarabiliyorsak ve bu biyografi İngiltere’de başlayıp, İngiltere’de bitiyorsa; Türkiye şiiri içerisinde tartışabildiğimiz ‘yıkıcılık hevesi’nin de belirgin bir yaşanmışlığı ve yaklaşık bilgiler içeren yer-zaman kayıtları mevcut. Tek fark, dosya isimlerinde karşımıza çıkıyor. ‘Punk Şiir’ başlığı, Türkçe şiirlerle dolu bir dosyada doğru durmuyor. Belki dil ve biçim özellikleri benzerlik içerse de, sıra bu benzerliklere bir isim bulmaya gelince, ‘punk’ kelimesi Türkiye için çok turist kaçıyor. Punk’ı Türkçe’ye uyarlayamamanın bir diğer nedeni de, İngiltere ve Türkiye’nin hem çok benzer, hem de çok ayrıksı kültürel/politik süreçlerden geçmiş olması. Biz şiir gözlüklerimizi çıkarmadan bu manzaraya baktığımızda, birbirine yakın duran iki önemli benzerlik görebiliyoruz. Belki sayıca az, ama etki olarak şaşırtıcı. Her nasıl 80 dönemi İngiliz şairleri, konformizm üzerinden bir mücadele dili geliştirebildiyse; Türkiye’nin şiir takvimi de, aynı yılları yeni bir ifade biçiminin başlangıcı olarak kırmızı yuvarlaklar içine almıştır. Her nasıl Ted Hughes ya da Thom Gunn gibi şairler, arkalarında bıraktıkları efsanelerle bir tür ‘Mit-Şair’ konumuna yücelmiş ve bu anıtın gölgesindeki şairler kendi önemlerini yeniden gözden geçirebilmişse; Türkiye’de şair olmanın gizemini en parıltılı ve trajik bir şekilde yaşayan Ece Ayhan’da, kendisinden sonra gelecek şairleri, kendi kaderine özendirecek anlamlarla doludur. Yine de, dedik ya, coğrafya ve dil farklılıkları, Türkiye şiirinin vahşi enerjisine ‘punk’ dememize izin vermez. Olsun, biz anlatmaya devam edelim. Biliyorsunuz, bazen birbirinin dilini bilmeyen insanlar da çok iyi anlaşabiliyor.

Şimdi sıfırdan Ece Ayhan konuşmak yerine, Ece Ayhan’ın ‘mitliğini’, Ece Ayhan’ın vahşiliğini takip edebilmiş ve kronolojik olarak 80’li yıllarda başlayıp, 90’lı yıllarda zirvesini yaşayan o grubu kimler oluşturuyor, bu soruya cevap arayalım. Baştan belirtelim, -yine bir fark olarak- ‘New Age Poets’ belirli bir bütünü ifade ederken, bizim kuşağın şairleri kendilerine herhangi bir şemsiye isim bahşetmeyi uygun görmemişler. Onlar için tırnak içinde yazabileceğimiz herhangi bir tanımlama yok. Şairliklerinin parlak vurgusu, yalnızca kendi isimlerinde seçilebiliyor. Herhangi bir ortaklığa dâhil olamayacak kadar kendileriyle meşguller. Bu meşguliyetin geri dönüşüyse, şiire ait her türlü etkinin tamamen şair kontrolüne ya da kontrolsüzlüğüne bağımlı olmaya başlaması; şairin, yazdığı şiir karşısında bile bir tür korunma içgüdüsü geliştirmesi demek oluyor. Simon Armigate ya da Carol Ann Duffy gibi ‘New Age’ şairlerinin denediği ‘her türlü doğruyu önce kendine saplama’ merakı, Türkiye’nin çok daha katı gerçekliğinde hem kolay, hem daha ilham verici bir sürece bürünüyor. Kolaylıkla diyebiliriz ki, ‘punk’ kelimesini Türkçe’ye taşıyamasak bile, Türkiye şiirinin kendini ifade etmek kelime yerine bir tür soyut enerjiyi seçmesi, ‘punk’ın anlamını, daha üst bir anlam için terk etmemizi öğütlüyor.

Masanın üzerindeki ikinci beş kişilik grubun en gizemli şairini seçerek bu öğüdü yerine getirmeye çalışıyoruz. Yalnız, söz konusu şairin kendine biriktirdiği gücü daha çok önemsememiz için planladığı bir kör oyun var ortada. O, kendini yalnızca tek bir kitapla açıyor, yine aynı kitapla kapatıyor ya da en azından, devamı için bir tür ‘mit yaratma’ ritüeli başlatıyor. Herkesin herkese sayısal verilerle üstünlük kurmaya çalıştığı bir dünyada, bir avuç şiir bırakarak ve aslında gerçekten, o şiirleri kaderlerine terk ederek şair kalabilmenin zaman ve üretimle ilişkisini sorgulatan şair, bir belirsizlik üzerinden varolmanın inanılmaz rahatlığını yaşıyor. Söz konusu şair Yıldırım Türker. Söz konusu kitapsa ‘Cihangir Kedileri’.

Mit Merakı
Yıldırım Türker’in bir şiir kitabı olduğunu öğrendiğimde, bu öğretiyi tamamlayabilmek adına, gidip bu kitabı satın almam, eve dönüp bir koltuğa oturmam ya da kanepeye uzanmam, ya da kendimi tutamayıp, okumaya otobüs yolculuğu sırasında başlamam gerekiyordu. Köşe yazılarını hiç kaçırmadığım, şarkı sözlerini bir ritim dersi gibi çalıştığım Türker, ibrenin ucu şairliğine döndüğünde, ortadan kaybolmayı tercih etmişti. Böylelikle, kendime hazırladığım bir başka plan daha tersine dönmüş oldu. ‘Cihangir Kedileri’nin temiz bir kopyasını bulmak, neredeyse imkânsızdı. Birkaç ay sonra, Lale Müldür’ün kütüphanesinde rastlayacaktım bu kitaba; Lale’ye gidip geldikçe, parça parça okuyacak, birkaç ayı da böyle harcayacaktım. Bazı kitapların kendilerini okuttukları zamanlar olur ve sizin bu zamanları yakalamak için yatağın kenarına koyabileceğiniz herhangi bir kurulu saat yoktur. Her nasıl Lale’nin kütüphanesindeki ‘Cihangir Kedileri’ benden uzaklaşacaksa, Ahmet Güngören’in kütüphanesindeki kopyada bir başka yolla bana kendini sakınacaktı. Tamam, belki kitaptan parçalar ezberleyebilecek kadar sık ve yoğun okuma fırsatlarım olmuştu olmasına, ama ben her şeyi bir ‘mite’ bağlamaya meraklıyken ve bu durum karşısında müthiş bir rahatlık taşırken; nerede ve nasıl oluştuğunu bilmek istediğim bir öykünün böylesine sırra karışması, bir tür cezayı mı yaşıyorum? kuşkusunu getiriyordu aklıma. Belki de, bu kitaba sahip olmak bile bir tür gizeme bulanmayı göze almak demekti ve benim de kimi gizemli yollara başvurmam gerekiyordu. Öyle de oldu. Şu anda kitabın Mete Özgecil tasarımı jiletli kapağı bana bakıyor. Ona nasıl ulaştığımı söylemeyeceğim.


‘Cihangir Kedileri’nin ilk ve tek basım tarihi: Ekim, 1993. Benzer zamanlarda, kocaman bir coğrafi sıçramada, İngiltere’de, Simon Armigate’in ‘Kid’ ve ‘Book of Matches’ kitapları peş peşe basılırken; Carol Ann Duffy, ‘Mean Time’ ile kendine dönük fakat her an kitleleri havaya uçurabilecek bir şiirin pimini çekiyor. Her nasıl ‘punk İngiltere’de bir tür ‘gizli kardeşlik’ işlemeye başladıysa, ‘vahşi Türkiye’de de benzer bir verimlilik yaşanıyor. Lale Müldür, Prince şarkılarından hallice funky şiirlerini (‘Voyıcır 2’ ve ‘Seriler Kitabı’), ‘Kuzey Defterleri’ ve ‘Buhulumeryem’ gibi epik kitaplarla apayrı bir bilince taşıyor. Lale’nin dediği gibi, Türkiye’de bir ‘punk şiir’ varsa (Lale’de benim gibi pek emin değil yani) başına getirilmesi gereken Murathan Mungan, kişiliğinin dikenli taraflarını ‘Metal’ ile birlikte iyice katılaştırıp nesneleştiriyor. Ahmet Güntan, ‘proto’luğunu fark ederken, biraz geri çekilmiş gibi yapıp, şiirinin gücünü çok daha yalın fakat çok daha gürültülü bir şarkıya çeviriyor. Bu dört şair, hem birbirlerinin şiirlerine sızacak kadar meraklı, hem de birbirlerinden uzak duracak kadar kendinden eminler. Bak işte, bir öncü olarak Ece’yi saydık, Ece’nin ‘mit’ tarafını, ‘yıkıcı’ tarafını açıkça ya da yepyeni bir yorumla devam ettiren son kuşağı saydık; 5’lik grubun kimlerden oluştuğunu biliyoruz artık. Bak işte yine yaptım! Sıralama gerekirken, her şey birbirine karışıyor; sen başını tek bir yöne çevirdiğinde, arkada bir şeyler kendi kendini tamamlıyor.

Tek kurşun, tam hedefe
Yıldırım Türker, kendinden uzağa düşmenin olasılıklarından kaçarken, bu tavrını kitabıyla aynı ismi taşıyan şiirinde özetleyecekti: ‘Müziğimiz kadarız hızla geçeriz önünüzden’. Türker, şiirin anlamından önce, şairin anlamını kavrayanlardaydı. Şiirinin gerçekliğini, geçerliliğini sınamasının tek yolu, şiirini hem kendine ait, hem kendine yabancı kılmayı anda anda başarabilmekten geçiyordu. Böylesi bir çaba içerisinde yazılan şiirlerin, öznelliğin daraltıcı çemberiyle sarılması kaçınılmazdı. Türker, bu tehlikeye karşı da bir önlem almıştı: Türker’in şiirinde zafer ve kaybediş, tıpkı Jean Genet romanlarında olduğu gibi, aynı yüceltici duyguyla birlikte yaşanıyordu. Şair, kendine karşı gösterdiği saygı sayesinde, sessiz olan bir şeye ses verebilirken, mevcut şarkıyı biraz daha gürültülü kılmaya çalışıyordu. ‘Cihangir Kedileri’nin her türlü duyguyu bir huni gibi toplayıp damıtabilmesinin olanağı, kitabın şairi tarafından bir tür mekanizmaya dönüştürülmüştü. Şair isterse, mekanizma çalışıyor; şair istemezse, tek bir dişli bile dönmüyordu. ‘biz ikimiz’ gibi şiirler, şairin kendinde ve kendine temas eden dış dünyada seçebildiği güzellik ve kötücülüklerin, birinci ağızdan hikayelerini aktarırken; şiirin gerçekliğine inanmak, şaire teslim olmakla aynı anlama çıkıyordu. Herkesin kendi iktidarını yaşamaya çalıştığı seks bile, Türker tarafından, bir seyircilik hevesi ile donatılıyordu. ‘Cihangir Kedileri’nde kurallar açık ve netti, bu dünyada kimse kimsenin ismini bilmemeli, yalnızca sırası geldiği zaman hikâyesine, kendisine başlamalıydı ve Yıldırım Türker, neyi nasıl sıralayacağından hayli emindi.

‘Cihangir Kedileri’ni Türkiye şiirinde bir tür ‘gizli enerji’ haline getiren sebepler, elbette şairin kendi kitabıyla kurduğu kontrollü ilişkiden ibaret değil. Türker, kontrol sahibi bir şiir yazabilmek için, hayatının kontrolünü elinden bırakmak zorunda kalmış. Şiirlerin trajedisi bize bunu söylüyor. Hem kırıcı, hem kırılgan. Türkiye şiirinin iki ucu bir arada bulunduramama histerisi, ‘Cihangir Kedileri’ne sirayet etmemiş yani. Dedim ya, Jean Genet’in yüzü yansıyor sayfalardan: Genet gibi, kendini önemsemenin laneti, bıçakla bilenmiş bir duygusallık oluyor. Tam bu noktada, Yıldırım Türker, bir şair olarak, şiirin evrensel toplamına kendi katkısını ekliyor. Türker, bir ilk kitabın yaşadığı bunalımı atlatmanın gizli formülünü şiiri üzerinden örnekliyor. Biraz dikkatli okunabilirse, Türker’in kendine dönük ifade dili, aslında bir tür öneri getiriyor. Şiirlerin keskin, içine çeken, yardım eden ritmi bile bu öneriyi desteklemek için araya giriyor. Tamam, Yıldırım Türker’in kasıtlı olarak böyle bir amaç içine girdiğini söylemiyorum. Yine de, şiirin görülmeyen köşelerine sinen, mitlerden beslenen ve kendisi de bir mite evrilmek isteyen vahşi enerji; şaire hayat verirken, kendi geçerliliğini geleceğe dönük ufak katkılar üzerinden sınıyor. Türker, şairliğin zaman ve üretimle olan ilişkisini, şiirinin ciddiyetiyle aşarken; bu ciddiyetin olumlu sonuçları, ‘Cihangir Kedileri’ gibi gizli bir kitapta okunuyor. Tek kurşun, tam hedefe.

Sıradaki
Şimdinin şiirinde böylesi öneriler, sonuçlar ya da oyunlar göremediğimi söylemeliyim. Bir-iki kuşak öncesinin görkemini aşmayı denemedikçe; kendi kuşağının kahramanlarını yaratamayan bir kuşak olmaya mahkûmuz. Sahi, en son ne zaman yeni bir şairin heyecanıyla irkildi herkes? Bir sonra sığınacağım karada, öngördüğüm şair modelinden bahsedeceğim. Gerçi siz bana güvenmeyin, bu yazıdan sonra anlamışsınızdır ki geleceğe dair planlar yapmamam gerekiyor. Galiba bu konuda pek başarılı değilim.

Fırat Demir
Yasakmeyve 46 / Eylül - Ekim 2010

1 yorum:

Adsız dedi ki...

sevgili fırat demir,
"değişim için 100 bin şair" etkinliğinden fotoğraflar yüklerseniz seviniriz.
nicedir beklemedeyiz.

sevgiler