Sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Aralık, 2007

Pasolini Is Me

Bu sabah geçen yaz tatilinde çalıştığım kitapçı aradı, koş gel aradığın kitabı sonunda bulduk diye. Pier Paolo Pasolini'nin romanı ''Ragazzi 'Oğlanlar''ı bulmuşlar. Pasolini'e dair her şeye geç ulaşıyorum. Accattone, The Decameron, Teorema ve Salo filmlerini izlemiştim, bu filmleri bulmak içinde baya çaba sarfetmiştim. Fakat nihayetinde, Pasolini is me.

Mp3: Morrissey - You Have Killed Me
Mp3: Blonde Redhead - Pier Paolo
Mp3: Suede - Modern Boys


Morrissey'i son dönemlerde dillere sardıran ''You Have Killed Me''si, Pasolini'nin ismi zikredilerek açılır. Blonde Redhead'in ''Pier Paolo''sunun telmihi güzel bir şarkılara rastgelir. Ragazzi'nin Türkçe karşılığı da, genç erkekler veya oğlanlardır ve hemen Suede'in ''Modern Boys''unu hatırlatır. Yönetmen, yazar, eleştirmen, şair, gazeteci, komunist, gey ve daha bir çok şey olan Pier Paolo Pasolini'nin linç edilip arabayla başı ezilerek öldürüldüğünü üzülerek söylüyorum.

22 Aralık, 2007

Prick Up Your Ears

Biri, ötekini daha çok sevebilir. Gözünü kulağını kapayabilir; fedakarlıklar da bulanabilir. Güzel ve daha az güzel, zeki ve daha az zeki vs. diye bariz bir ayrım yapabildiğimiz aşıklar arasında, ilişkilerin getirdikleri paylaşılamayabilir, fedakarlıklar büyüyebilir. Güçlü tarafa duyulan inanç ve hayranlık saplantıya dönüşürken, güçsüz taraf teslimiyeti sayesinde yok olabilir. İlk anlamıyla gaddarca fakat bu yok oluşlar, aslında çift taraflı bir iletişimin direnç noktasıdan başka birşey değildir. Ve İngiliz yazar Joe Orton; yaşadıklarıyla, yazdıklarıyla ve yansımasıyla (aynadaki yansımasından söz ediyorum) bu tür yüceltmeleri hakediyordu. On altı yıl beraber yaşadığı erkek arkadaşı Kenneth Halliwell ise fazlasıyla kıskanç biriydi; 9 Ağustos 1967 gecesinde... xxx... (film ve yazar hakkında heves kaçırıcı bilgiler içerdiğinden).
9 Ağustos 1967 gecesine kadar yaşananları sürükleyici ve etkileyici bir biçimde anlatan, ismini ve senaryosunu Jonh Lahr'ın 1978 yılında, Joe Orton'ın günlüğüne dayanarak yazdığı biyografiden alan, ''Benim Küçük Çamaşırhanem'' ile adını duyuran Stephen Frears'ın 1987 tarihli filmi ''Prick Up Your Ears'' ise ummadığım bir anda ama lazım olan zamanda karşıma çıktı. Cinselliğe fazla yüklenilse de, 9 Ağustos gecesi yıkıcılığını beyazperde de kaybetse de; Joe Orton'a çıkan her yol, ''flamboyant'' kelimesiyle anıldığından, bu filmde Orton'ın görkemini yansıtıyor. Joe Orton rolündeki Gary Oldman, kariyerinin en vahşi ve en çekici rolünü ustalıkla oynarken; Alfred Molina, yani Kenneth Halliwell, yatağındaki sevgilisine ''uykun bile benden daha iyi'' derken kalp kırıyor. Daha bahsedilesi çok şey olsa da, yazarın hayatını temel aldığından, söyleyeceklerimi başka bir yazıya saklıyorum. Aslında, Joe Orton hakkında yazdıktan sonra, bu filme tekrar dönmeyi düşünüyorum. Joe Orton ve Kenneth Halliwell'in ölümünün 40. yılında, yani 2007 yılında, ülkemizde de DVD'sine kavuşan Prick Up Your Ears'ı kolaylıkla bulabileceğinizi söylerken, bu blogu ve içeriğinde bahsi geçen isimleri sevenlere özellikle öneriyorum.

08 Aralık, 2007

Andy Warhol - Chelsea Girls

İkiye bölünmüş ekranın solunda kalan çiftin sesi duyulmazken, beri tarafta saçını düzelten Nico, rol arkadaşıyla anlamsız bir konuşmaya giriyor; boğuk ve kalın sesi, Nico'nun Alman olduğunu hatırlatıyor. Alain Delon'dan olan oğlu Ari ise, bu küçük mutfakta, ufak bir topla oynuyor, annesinin bacağına sarılıyor arada sırada, annesinden meyve suyu istiyor, yıllar sonra da uyuşturucu isteyecek. Bazen bir noktaya sabitlenen, bazen de belli bir izi takip eder gibi hızlı hareketlerle açı değiştiren kamera; Nico'nun güzelliğini, güneş ışığıyla parlayan aynadan topluyor. Ari, topu tavana değdirmeye çalışıyor. Andy Warhol'un en yaratıcı döneminin ürünü ''Chelsea Girls'', kasıtlı bir amatörlükle, filmin genel havasına göre daha barışık sahne ve diyaloglarla başlıyor...

Sanatın tıkandığı günlerde iş gören Pop Art akımının en önemli temsilcisi sayılan Andy Warhol; kendi ayrıksılığıyla özdeşen yeraltı sanatçılarıyla, özellikle oyuncularla birlikte ilerlettiği ''Factory'' ile 60'ların sanat anlayışında avangard anlayışın başını çekiyordu. Velvet Underground ve Nico ile müziğe, baskı tekniğiyle çarpıcı kıldığı tabloları ve tasarımlarıyla resime sağaltıcı bir eleştiriyle yaklaşmıştı. Cinselliğe ve kişisel karmaşalara fazlaca yüklenen filmleriyse, kötü insanların sanatsal iletişim için bir engel olmadığını kanıtladığı gibi tüm bu vahşilikte bile estetik duyarlılığı öne çıkarabilse de, teknikleriyle taktir edilse de, yansıttıkları itibariyle sürekli tartışıldı, diğer çalışmaları gibi sahiplenilmedi. Sadece sırtı duvara dayalı yakışıklı bir gencin boynundan yukarısını, sabit bir kamera açısıyla gösteren, ilk filmlerinden sayılabilecek ''Blowjob''; isminden de anlaşıldığı gibi, steril olmaktan oldukça uzaktı, görünmeyen bir haz gencin ifadelerinden anlaşılıyordu. Ufak sanat atölyelerinde gösterilen ekran testleri ise, Andy Warhol'un süperstarlarını sorularla konuşturduğu, vurucu/üzücü/şaşırtıcı bir cevap aldığındaysa kaydı kestiği sohbetlerden oluşuyordu. Doğrusu, pek duyulmak istenen şeyler söylemiyorlardı.
Bu ve benzeri yaklaşımların zirvesi, Andy Warhol'un Paul Morrissey ile birlikte yönettiği, Nico, Brigid, Ingrid ve diğerlerinin başı çektiği oyuncu kadrosuyla kotarılmış 1966 yapımı ''Chelsea Girls'' idi. 1.500 dolar gibi düşük bir bütçeyle, yok denecek kadar az montajla hazırlanmıştı. Altı buçuk saatlik bir çekim, üç saat on beş dakikaya indirilmişti. ''Chelsea Girls''; underground kavramını da kırarak sinema salonlarında gösterilecekti. Kendi anlayışları adına büyük bir başarı olacağını önceden kestirebiliyorlardı. Zaten bu filmde görülen bütünlük, bir başka zamanda böylesine yetkin olmayacaktı.

Genel seyirciye ters konuları ele alan tüm Andy Warhol filmleri gibi, ''Chelsea Girls'' de uyuşturucu bağımlılığı, cinsellik, ahlak gibi kavramlardan bahsediyor. Birbirleriyle konuşuyorlar, biri diğerini makyaj masasının altına tıkıyor, saçlarını kesiyorlar, aynı yatağın üzerinde oyunlar oynuyorlar, ya da uyuşturucu alıyorlar. Fakat ne belli bir metne bağlı, ne de senaryo denilebilecek ciddiyette bir şey var. Aslına bakarsanız, rol değil, yaşanmışlıklarını tekrarlıyorlar.

Yaşanmışlıkla kuşatılmış konuyu teknik açıdan tamamlamaya gelindiğindeyse, bu nonkonformist yapı iyice belirginleşiyor. İkiye bölünmüş ekranda, farklı iki durum anlatılırken, coşkuyla hareket eden kamera bir sabitleşip bir titriyor, sıkılma şansınız olmadan film üzerine yoğunlaşmak zorunda kalıyorsunuz. İlk bir buçuk saatin ardından renklenen görüntüler ile de daha saykodelik arayışlara giriliyor. Sandalyeye oturmuş, yüzüne yansıtılan kırmızı ışığı elindeki aynayla kırıp, kendisini ayna üzerinde görmeye çalışan oyuncunun sekansları, uçuk deneyselliğiyle bile klasik estetik değerlere bağlı kalmayı başarabiliyor.

arkası yarın...
Chelsea Girls Extra

Nico Frozen Warnings * Israrla izlemeniz rica olunur

Scenes from the Life of Andy Warhol 01-1 (1966)

Scenes from the Life of Andy Warhol 01-2 (1966)

Scenes from the Life of Andy Warhol 01-3 (1966)

Nico - The Chelsea Girls, aynı ismi taşıyan ilk albümden

David Bowie - Andy Warhol, Hunky Dory albümünden

Velvet Underground - Venus In Furs

Andy Warhol Ate Hamburger

Andy Warhol Blowjob

17 Eylül, 2007

Velvet Goldmine
70'li yılların başlarında, İngiltere sokakları simlerle parlayıp platform topuklu çizmelerle ezildiğinde, ezgiyi değiştiren, müzikle ruhlara yön veren isimler; Glam Rock'ın tüm şatafatı altında hassas dünyaları aydınlatıyorlardı.Her dönem kahramam doğururdu; o vakitlerde atlatılması gereken engel cinsellikti/cinsel ayrımcılıktı, kahramanlar engelleri yıkmak için vardı. O vakitlerde; gözü kalemli, pantolonu dar insanların önünde yürüyenler, sahneden seslendi; David Bowie, Roxy Music, Marc Bolan ve niceleri, müziğe renk kattıkları gibi, sosyal alanda özgürleşme adına da önemli adımlar attılar.

Glam Rock'ın mirasını Suede gibi hakiki gruplar yaşatadursun; beyaz perdeye aktarma işinde görevi devralan isim Todd Haynes'ın nev-i şahsına münhasır, 1998 yapımı filmi 'Velvet Goldmine'; böylesi tehlikeli ve canlı bir dönemi yansıtmaya çalışıyor. İsmini bir David Bowie şarkısından alması bile, kaliteliyi muhakkak kılıyor.

Ne mutlu ki; görkemli bir açılış, iki saatlik filmin çabasını olumlu yöne itiyor. Oscar Wilde'ın doğumu, fantastik süslerle kutlanırken, glam'in kökü tanıtılıyor. Oscar Wilde; öğretmeninin sorusuna, pop star olmak istediğini söyleyerek cevap veriyor!

Oscar Wilde'a dair şık anların ardından, asıl konu başlıyor. Birbiri ardına dizilmiş flashback'ler; bize bir gazetecinin ve geçmişte hayranlık duyduğu glam yıldızının öyküsünü anlatıyor. 10 yıl önce sahte bir suikastle sahne personasını öldüren Brian Slade (Jonathan Rhys Meyers); bu yalanının sonucunda kariyerini kaybediyor, ortadan kayboluyor ya, şimdi ne yaptığını araştırmak gazeteci Arthur'a (Christian Bale) düşüyor ki kendisi de 70'li yıllarda glam'i hayranlıkla takip etmiş biri...

David Bowie'nin hayatıyla keşisen Brian Slade ise; ufak hayallerle başladığı müzik tutkusunu, büyük prodüktörlerin gazıyla alevlendiriyor. Yanıyor ülkesi İngiltere. Yüksek topukları ve abartılı makyajı ile sokakları boyuyor adeta rimelle, şarkılarını terk edilmişlere, ezilenlere söylüyor. Her ne kadar, plak şirketine olan büyük bağlılığı (!), gerçekliğini zedelese de, düş yaratıp düşünün peşinde koşuyor.

Film; Oscar Wilde'ın mirasını taşıyan Jack Fairy'nin varlığı, peşisıra çalan Roxy Music, T. Rex şarkıları, Slade'in neşe veren yükseliş, gazeteci çocuğun geçmişine dair üzücü ayrıntılarla zirvesine ulaşıyor.

Ne var ki; aynı parlaklık ikinci bölümde görülemiyor. Brian Slade'in aç yıllarında kıskanarak izlediği Curt Wild (Ewan McGregor), konuya ihtiraslı bir şekilde dahil olduğunda, bazı noktalarda çökmeler başlıyor...

Zaten dağınık ve geniş açılı bir konuyu işleyen yönetmen; Iggy Pop ile Lou Reed karışımı Curt Wild'ın, Brian Slade ile yaşadığı aşkı cinselliğe vurmasıyla büyünün etkisini kırıyor. Hızla akan sahneler, görsellik açısından tam puanı kapsa da, kurgudan eksik not alıyor. Dağınık duran flashback'ler ise, hafif pembeleşen filmin izlenebilirliğini azaltıyor.

Bu olumsuzluklara rağmen, mekan tasarımı ve kostümler 70'li yılları kıskandıracak kadar iyi, izleyeni kendine çekiyor. Özenle parlayan dekorlar, estetiği yüceltirken, sanata bir cevap da, güçlü diyaloglarla geliyor. Oscar Wilde, Jean Genet gibi isimlerden alıntılarla konuşan Jack Fairy; en güzel sözleri söylemese de, edebiyata göz kırpıyor. Kanımca özet niteliğini taşıyan kelimeler ise, Brian Slade'in karısı Mandy'nin 80'li yılları eleştiren, filmin merkezine yakın duran sözlerinde; ''Bugün, sokaklarda savaşır gibiler. 1972'de ise daha çok dansa benziyordu yaptıkları.''

Biyografi niteliği taşımasa da, geçmişle paslaşan 'Velvet Goldmine'; Glam dönemi sanatçılarına dair pekte doğru bilgiler vermiyor. Vermesi gerekmez. Fakat referans almayı düşünenler olabilir. Şöyle ki; David Bowie, Iggy Pop, Lou Reed, Jobriath ve diğer sanatçılar karıştırılıp, zaten parıldayan sıfatları cinsel imalarla cilananıp birer karektere yediriliyor. Biz yemeyelim.

Eklemek gerekirse: Müzikal imajına da sahip; güzel şarkılar akıyor. Roxy Music, T.Rex, Gary Glitter gibi eski isimlerin yanında; Brian Molko ve ekibi, Teenage Fanclup elemanlarına vokal yapan Elastica gitaristi Donna Matthews ve Dex Dexter isimli grubuyla bir zamanlar Romo akımına tutunmaya çalışan fakat adı bile kalmayan (sonradan bir süre Placebo ile çalışacak) Xavior Roide filmde rol kaparken; Thom Yorke, Bernard Butler gibi isimlerin kurduğu özel ekipler ise ünlü şarkıları yeniden yorumluyorlar. Tüm bu nostalji, filmin başarılı soundtrack'inde bulunabilir. Müzik demişken, 70'li yılların ilhamıyla mirası sürdüren gruplardan, 80'li yılların New Romantic'lerinden, biraz da olsa, bahsedilebilirdi.

Sonuç olarak; unutulmaz girişi, ilk yarısının kusursuzluğu, ışık tuttuğu dönemi çok iyi yansıtan mekanları, zeki diyalogları, müzikleri ve karakterleriyle 'Velvet Goldmine'; hedefi bir kaç santimle fakat akılda kalıcı hatalarla, kaçırıyor.
7/10

David Bowie - Velvet Goldmine
David Bowie - Oh! You Pretty Things
Roxy Music - Ladytron
Roxy Music - Re-Make/Re-Model

Not: David Bowie, filmi beğenmeyerek şarkılarını paylaşmamıştır. Bahsi geçmeyen oyunculuk, bahsi geçmeyecek kadar iyidir. Sinema yazmayı pek beceremiyorum, kesik kesik oluyorlar, evet.

19 Ağustos, 2007

Factory Girl
60'lı yılların Amerikan Alternatif Sanat Sahnesi'nde ipleri elinde tutan adam olarak bilinen Andy Warhol; geçmişe döndüğümüzde sürekli karşımıza çıkan aykırı kimliği ve eserleriyle yetkinliğini hala yitirmedi. 'Pop Art', sanatın tıkandığı dönemlere hızır gibi yetişmişti; basit nesneler, Warhol'un çarpıcı eklemeleriyle şaşırtıcı simgelere dönüşüyordu ve böylece herhangi bir konserve kutusu, kalıcı bir eser formuna giriyordu ve bu kalıcılık O'nun yıldızları/arkadaşları içinde geçerliydi. Hep beraber ikamet ettikleri stüdyo 'Factory', sıradan algılarımızı ve değerlerimizi ters yüz ederek, merakı artıran önemli bir çekirdekti.

'Factory'den çıkan en ünlü şey, kuşkusuz, Edie Sedgwick idi. Zengin bir aileden gelen bu güzel kız, hayallerini saf güzelliğiyle kuşatmıştı. Ne yazık, trajedi, Warhol ve çevresindekilerin rölüydü. Edie Sedgwick, 28 yaşında, unutulmuş bir yıldız olarak, sefalet içinde, öldü.

Böylesine sarsıcı ve etkileyici bir hikayeyi anlatan 'Factory Girl', odak noktası olarak Edie Sedgwick'in inişli çıkışlı yaşamını almış. Bir belgesel tadında duran fakat kurgudan ibaret olan filmin yayıldığı alanlar, bahsettiği hayatlar karmaşık olunca, fazla umutlanmak saçma oluyor. Edie'nin, New York'a taşınmasıyla açılan film, Andy Warhol'un varlığıyla bir anda hızlanıyor. Şöhret Edie ve Warhol'u tavladığında, karşımıza çıkan genç folkçu, yani Bob Dylan, tüm karakterleri sorguluyor ve esas kızı kazanıyor. Andy Warhol'un kırılgan yapısı, kaotik bir aşkla sahiplendiği Edie'i kaybetme fikriyle dinçleşiyor; gidip Dylan'ı dövmüyor fakat Edie'i de aramıyor! Yıldızın sonu yaklaşıyor...

Bir başlıyor, bir bitiyor; film fazla hızlı ilerliyor. Pek tabi, çoğu şey havada kalıyor; Factory'nin sapkınlık yuvası, Andy Warhol'un kıskanç biri olarak gösterilmesi mesela. Mesela, Velvet Underground'ın Nico ile Warhol'un karşısına çıkması, halbuki, Velvet Underground'a ektir Nico, Warhol'dan ötürü.

Fakat muhteşem oyuncular sayesinde film takip edilebiliyor. Edie Sedgwick rolündeki Sierra Miller, gelecekte çok daha büyük işlere imza atacağını, gelecek zaman zaferlerini şimdiden belli ediyor. Guy Pearce ise sinema tarihindeki en iyi Andy Warhol, kuşkusuz. Üzülebiliriz, ileride daha sağlam bir Factory/Andy Warhol/ Edie Sedgwick/vs. filmi çekilse, en uygun bu iki isim, elenmiş olacak.
Açıkcası, Nico'nun kısa süreli Factory serüveninden ve de diğer ufak sebeplerden dolayı, dikkatimi/ilgimi çeken Factory ya da o çevreden birilerinin hayatını konu eden her film için yüksek tuttuğum beklentilerim, üzerime yıkıldı. Kötü olan 'Factory Girl' değildi, biraz yüzeyden de gitse, fena değildi, eksileri olsa da, artıları ile biraz olsun denge sağlayabiliyordu. Kötü olan, benim yüksek beğenilerimden başka birşey değil, sanırım.
6/10