22 Şubat, 2012

İlk Kitap // Yeni Ev

Uzun süre sonra geldik; adres değiştirdik. Artık blog yeni adresinde devam edecek. Ama öncesinde, Mart ayının ilk haftası, ilk şiir kitabım 'Yeni Cüret Çağı' uzaya dağılacak. Haydi gel benimle ol!

Bu arada, bu bloga yazılmamış olan 1 yılın kaydı, olan bitenler, yazılanlar uçanlar gidenlerin dökümünü de toparlayacağım, söz! 

ilk kitap yeni ev: http://yenicuretcagi.tumblr.com

09 Aralık, 2010

Yıldırım Türker

Eksik Parçalar
‘Punk şiir’ gibi daha önce varolmayan bir tanımın geçerliliğini denetleyebilmek için tek bir yol vardı: Bu tanımın örnekleyeni konumundaki şairleri çok dikkatli seçmek. Önce masanın üzerindeki kalemlik, vazo, ajanda gibi fazlalıkları bir başka fakat benim için önemsiz bir masaya taşıdım, ardından da yirmi şairin rastgele kitaplarından oluşan bir grubu onarlık parçalara ayırdım. İki grubu da yarıya indirmekse, beklediğimden daha kolay, beklediğimden daha faydalı oldu. Ted Hughes, Thom Gunn ve adlarını sürpriz niyetine saklamak istediğim üç İngiliz şair, punk şiirin ne demek olduğuna dair cevaplar sunmak üzere bir araya gelmişti. Bu grubun amacı, ‘punk’ gibi kökeni İngiltere’ye dayanan bir kültürün yerelliğini karşılamaktı. Diğer grupsa, Türkiye şiirine punk tanımının uyarlanıp uyarlanmayacağı deneyebileceğimiz şairlerimizi taşıyordu. Ben derdimi anlatmaya ilk gruptan başlarken gayet basit bir savunmam vardı: Punk bir şemsiye sözcük, ama bizdeki yağmurlar için pek sağlam değil.

Açık konuşmak gerekirse, İngiliz şiirinin 80’li yıllardan sonra aldığı şekli yorumlamak için, ‘punk’ kelimesi yerine, bu kelimenin yırtıcılığı karşılayabilecek başka bir kelime getirebilirdim. Yine de, söz konusu kelimenin tarihsel karşılığı, tüm bu temellendirmelerden sonra bahsetmek istediğim ‘New Age Poets’ şairlerini bir arada tutmaya yetecek bir olanak sağlıyordu. Herkes için en doğrusunu yaparak, şiirin temas ettiği her türlü boşluğa sızabilecek bir güçlü akış yakalayabildiğimi sanıyordum. Neyse, tarih dersine geri dönersek, ‘New Age Poets’in kaderi, punk’ın varoluşuyla birlikte şekillendiğinden, ilk not yine punk’a ait olmak zorundaydı. Margaret Thatcher hükümetinin estirdiği sert rüzgar, 70’li yıllarda patlak veren bir gençlik alt kültürü tarafından hicvedilirken, bu hicvin kendi parodisi haline gelmesi için yalnızca birkaç yıl geçmesi yeterliydi. Kısa süre içinde anaakımın bir parçası haline gelerek başladığı yerin özerkliğinden uzaklaşan punk, İngiliz burjuvazisinin konformist bilincine hitap ederken; şiirin ‘punk’lığı, bir zorunluluk gibi dayatılan apolitikliğe tepki olarak, 80’lerin başında gelişmeye başlayacaktı. Yani, punk kendi anlamını öldürürken, sözlükteki sırayı yan anlamına teslim ediyordu. Ölü kültürel hayatın içerisinde, yalnızlıkla hiç olmadığı kadar baş başa kalmak zorunda kalan genç İngiliz şairler, bir-iki kuşak öncesinin mitleşmiş şairlerinden (Ted Hughes ve Thom Gunn gibi) cesaret alarak, kendini ifade etmenin en uç yollarına sapacaklardı. Benim şiire biçtiğim punk kumaşını üzerine geçirebilen şairlerden oluşan ‘New Age Poets’; politik-apolitik, bireysel-toplumsal, yalın-hermetik gibi pek çok eski karşılaştırmayı yapısöküme maruz bırakıp tamamen yeni ve çarpıcı bir şiirin önünü açarak, bir zamanlar ‘punk’ kelimesinin ifade etmeye çalıştığı yıkıcı etkiyi başka bir platformda başarıya ulaştırdı. Antilik hali, aşırılığı legalleştirme merakı, isyanı bile estetize etme çabası gibi anlamlar; ‘New Age Poets’ tarafından şiirin diline çok iyi çevrilmişti. Sonuç olarak, punk şiir diye tanımladığım tüm şiirler, aynı ortak noktada birleşiyordu. Modern şiirin şairiyle yüzleştiği, şairine yenildiği noktada.

03 Aralık, 2010

Geç Gelen Şükran Günü



Şükran Moral 'Amemus' performansında bir kadınla sevişti, ortalık karıştı. Magazin sitelerinde (mesela) sözü edilen o röportajı, orijinal haliyle veriyorum şimdi:

Milliyet Sanat Aralık / Şükran Moral + Fırat Demir

Beylik bir laf vardır: Hayat şaşırtır. Bu iki kelimelik net cümleyi sarsılmaz bir bilgi olarak aklımıza kazımışızdır. Yine de, asıl şaşırtıcı olan, bilgimize ve alışkanlığımıza rağmen, kendimizi tesadüflerin büyüsüne kolaylıkla kaptırabilmemizdir. Çağdaş sanatta kadın, kadın kimliği/cinselliği ve gelenek-töre gibi temalara karşı geliştirdiği sarsıcı yaklaşımlarla tanınan Şükran Moral; şaşırtmayı bir tür bilince indirgerken, ‘hayat şaşırtır’ cümlesine daha da şaşırtıcı cevaplar arıyor. Eh, geriye sadece kendini Şükran Moral’ın gerçekliğine bırakmak kalıyor.

Şükran Moral’la tanışmadan önce, aramızda 10-15 dakikalık bir telefon konuşması geçti. Moral’ın Aralık ayında Casa Dell’Arte Galeri’de sergileyeceği yeni performansı ‘Amemus’, performansın içeriğinden dolayı, performans öncesi herhangi bir bilginin sızdırılmaması gereken bir bütünlük içeriyordu. Yani, Moral’ın son yapıtını ‘görmeden’ anlamak için, yapılabilecek en geçerli hareket, Moral’ı ‘görmek’ olacaktı. 1994’den beri performans/video ve enstalasyon çalışmalarıyla pek çok sergiye imza atan Moral; bu seneyi ‘Amemus’ dışında bir de Contemporary İstanbul’da sergilecek bir video çalışmasıyla geçirecekti. Eserlerinde bir tür tutarlılığa yaslanan Moral, iki farklı eserini peşisıra sergileyerek, aslında biraz da kendi sanat tarihini sağlamlaştırmak istiyor, diye düşündüm. Moral ele aldığı temalarda bir merkez arayan, en derine inmeyi seven bir sanatçıydı. 2009 yılında Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galerisi’nde sergilenen ‘Aşk ve Şiddet’ sergisi; performansları, yerleştirmeleri ve fotoğraflarıyla kadın bedenine yüklenen suçluluk duygusunu en çıplak ve de en net şekliyle ifade ederken, sanatçının geçmişine de bir ‘revizyon’ etkisi katacak ön-bilgiyi içeriyordu. Moral, bireyin kendi bedeni ve kendi dürtüleriyle ilgili çelişkilerini, bazen birey üzerinden, bazense toplumsal bir perspektiften aktarmakla görevliydi sanki.

Telefonu kapadım, Şükran Moral’ın sesi üzerimde garip bir etki yaratmıştı, bir şeylerin beni çok ‘şaşırtacağını’ hissederek karşılaşma günümüzü bekledim.

Moral’ın evine yürürken, aklıma takılan tek şey, tanıdık mekanların biz de nasıl bir ortaklık duygusu yaratabileceğiydi. Beni Şükran Moral’ın evine taşıyan yol, hayatımın son döneminde benim için en çok ‘uzayan’ ya da çevresine ‘gül basan’ yoldu. Şükran, sanatına kendisini dahil etmekten, kendisini sanata dönüştürmekten iyi anlayan bir sanatçı olduğundan belki, bir başkasının ‘kendisi’ de, onun ‘kendi’ sanatıyla benzer bir karşılaşmaya maruz kalmıştı. Şükran Moral; her türlü ruh halinin karakter ve mekan olarak denkliğini bulup, bu denkliği en sıkı ya da en cılız zaman ağlarının içerisinde, başka denkliklerle çarpıştırabiliyordu. Örneğin, Moral’ın 1997 tarihli ‘Speculum’ eseri, ‘yok, yan yana duramaz, yok, orada olmaz’ diyebileceğimiz çok fazla olasılığı, bize en tanıdık ‘yollardan’ geçiriyordu. Sanatçının bacak arasına bir monitör yerleştirerek jinekoloji masasına uzandığı bu eser, birbiri ardına sıralanan dört video içeriyordu. ‘Speculum’, sanatçının hem yoğunlaşma, merkeze yaklaşma; hem de saçılma, çeperleri zedeleme edimlerini bir arada gerçekleştirebildiği bir örgüye sahipti. Moral, hiçbir sanatçının daha önce girmediği kimi alanlara, kendi eleştirisi dahilinde, kendi bayrağını çakarken; aynı zamanda da, bu hızlı pratiğin tam tersi bir sonuçla, kendi kavramlarını sessizce bir düzene taşıyordu. Bacak arasına yerleştirilmiş monitör, sanatçının hem cesaretini, hem sivriliğini, hem de kendine ait olanı, kendine ait kıldıklarını anlatıyordu. Gerçekten de, Moral tüm bu çalışmayı bir tür ‘ekstrem özdeşim’ süreci gibi yaşamış; Akıl Hastanesi’nde deliliğin, Hamam’da saflığını/kışkırtıcılığını, genelevde ‘tükenebilirliğini’, gasilhanede soğukkanlılığını bu sürecin gerekliliği için değil, bu sürecin topyekun varolabilmesi için kendinden katmıştı. ‘Speculum’; şaşırtma gücünü, hayret gücünü bu ekstrem deneyimlerden öz ve saf olarak çıkabilmesiyle alıyordu. Bilinmezlik ya da bile bile üzerine gitmek, ‘Speculum’da bir tür korunma demek oluyordu. İşbu, hangi yol sana kendini yürütür, hiç bilemezsin. Ama bazen, ara sokaklar hep bir yere, biraz derine, ta içine çıkar. Şükran Moral’la, oralarda bir yerde, karşılaşacaktık.

Moral kapıyı açtığında, üzerine geçirdiği siyah şık ceketle, enerjisini bana daha kolay anlatabiliyordu. Nefesim kesilerek, ‘böyle bir tesadüf olamaz’ diye sayıkladım kendi kendime. Moral’la benzer bir ‘önceki gün’ yaşamış olmamız, bizi bilip bilmeden, içinde bulunduğumuz güne taşıyordu, biz de o güne ait olmaya karar verdik. ‘Sana çok güzel yemekler yaptım’ dedi, evin her yanı onlarca güzel kokunun dengeli bir uyumuyla sarılmıştı. Moral, ‘keskin sirke küpüne zarar’ misali, zaferi ve yorgunluğu aynı anda hissettirebiliyordu. Böylesi bir yüzle, böylesi bir tesadüfte, böylesi bir karşılaşma anı içinde yapılabilecek her türlü konuşma, ister istemez, bir tür arınma ayinine dönüşecekti. Sofraya oturduğumuz gibi, hayata dair en önemli meseleleri, birbirimizi hiç tanımadan ve birbirimizi hiç tanıtmadan, hızla konuşmaya başladık. Moral’ın kendini kuma gömdüğü, ilk kez 2003 yılında, Roma’da sergilenen ‘Zina’ çalışmasındaki utancın kabullenişi gibi, biz de, kendi kabullenişimize –ya da reddedişimize- gömülüyorduk. Lafı gelmişken, ‘Zina’, ‘görülebilirlik’ üzerine bir ağıt gibiydi. Kendini taşlanarak öldürülen kadınların yerine koymayı, empatinin en uç sınırlarında deneyen sanatçı; sürekli gördüğümüz, gördükçe kanıtsadığımız kimi acıları bir tür kurgu içerisinde bize yeniden sunarken, sanat dili üzerinden, bizi alıp gerçeğin tam üzerine fırlatıyordu. Tıpkı mülteci sorunsalının ele alındığı ‘Bülbül’ performansında olduğu gibi, ‘Zina’ da, sert ve şok edici etkisinin altında çok ince fakat keskin bir şiirsellik içeriyordu. ‘Eserlerimdeki şiirselliğin göz ardı edilmesine üzülüyorum ama bu, onların derdi, benim derdim değil’ dedi Şükran Moral, konu şiirden, şiirsellikten açılınca. ‘Mesela son videomda görüntünün içine sürekli gök giriyor, o gök benim için öyle değerli ki…’

Bu sene Contemporary Istanbul’da sergilenecek olan yeni Şükran Moral video/performansı da bizimkisi gibi bir hızlı karşılaşmanın örneğiydi. Moral, Mardin’de bir Kürt köyüne bir gelin ‘oluvermişti’. Birden fazla kadınla evlenmeye bir ters bakış getiren Moral, kendine 20’li yaşlarda üç damat seçerken, her türlü karşılaşmanın altından aynı rahatlıkla kalkabileceğini kanıtlıyordu. Şükran’a bu video çalışmasındaki kurgunun ne derece gerçek, ne derece ‘hayat’ olduğunu sordum. ‘Benim kurgum, benim kurgusuzluğumdur’ dedi Şükran, ‘ben ne kurmak istersem isteyeyim, benim istediğimin önüne geçen bir sürü durumla karşılaşabiliyorum. Tüm Kürt köyünü bu eserin içine yerleştirmek istediğimde, ister istemez, o köyün kendi varlığı da bana, esere geçiyor.’ Heyecanla sorularıma devam ettim, ‘Ya ters giden bir şeyler olsaydı?’. Moral, büyük bir ciddiyetle cevapladı, ‘Ben sanatta, sanatımda göze almayı seviyorum. Kendimi riske atmayı seviyorum. Ancak böyle eserimin gelişebileceğine inanıyorum.’

Gerçekten de, Moral bu çalışmasında kurguyu bir tür ‘gerçeklik’ platformuna indiriyor ve kurguya bile, bir ‘gerçek’ olabileceğini hatırlatıyordu. Düğün ritüellerinin tamamen tersine çevrildiği bu evlilik, sanatçının müdahale ve aktarım gücünü bir köyün kendi dili içerisinde yansıtabiliyordu. Damatlarla uzun uzun ve neşeli bir şekilde dans eden, onları koluna takıp gerdek odasına götüren sanatçı, çokevlilik sorunsalını, bu sorunsalın kendi alışkanlıklarını ters-yüz ederek cevaplıyordu.

‘Peki’, diyorum, ‘Amemus’u böyle sır gibi tutmanın sebebi, senin de ne olduğunu tam bilmemen olabilir mi?’ Büyük bir rahatlıkla, hatta biraz gururla, ‘Evet’ diyor Şükran, ‘Amemus’un amacı seyircinin erotik bölgelerine sızmak ama bu amaca hizmet edecek performans, benim bile üzerime çıkan bir deneyim istiyor.’ Moral, Casa Dell’Arte’de gerçekleştireceği performansı konusunda kendi aklını temiz tutmaya çalışıyor. “’Amemus’ seyirci de nasıl bir etki bırakacaksa, bende de benzer bir etki bırakacak. Bu performans da seyircilerle adil bir konumdayım neredeyse. Seyirciler gibi ben de, birincil amacım olan erotizmin, benim bile kontrol edemeyeceğim bir biçimde ortaya çıkmasını bekleyeceğim.’ Moral, seyircinin karşısına çıkınca, neyi nasıl yapacağını kendi bile çok düşünmüyor, bir tür körebe.

Galiba Şükran Moral şaşırmanın sırrını çözmüş, diyorum kendime. Sohbet devam ederken, Şükran bana ‘Amemus’un nereye bağlanacağından kendi bile emin olmadığını, ama esas amacına, yani sarsıcı bir deneyime ulaşacağına çok inandığından bahsediyor. Moral, dikkatle dinliyor, dikkatla izliyor ama içinden geldiği gibi içini döküyor. Belki de bu yüzden, ‘Amemus’ için yapılabilecek hiçbir şey olmadığını biliyor. İkimizde aynı anda, pencereden dışarı, yola bakıyoruz. İşte hayat bu; sen duygularını ferah tutunca, yollar seni sana en yakın yere götürüyor.

01 Kasım, 2010

Kutluğ Ataman Hadisesi

Milliyet Sanat'ın Kasım sayısında Kutluğ Ataman'ın yakında Istanbul Modern'de bizi yutacak büyük sergisi hakkında 2 sayfalık bir eleştiri yazdım. Ayrıca Kutluğ sayesinde Ahmet Hamdi Tanpınar ve Gerçeklik hakkında da konuşabiliyoruz ki; bizi ona, onu birbirimize, birbirimizi birbirimize bağlayan nedenlerin de üzerinden geçmiş oluyoruz.

Yazıdan 1 makas eklemiştim. Şimdi hepsini okuyalım:

29 Ekim, 2010

BizBizans 2

Eğer Pazar günü Tüyap'a gelirseniz, önce kucaklaşırız, sonra ben bir şiir okurum. 'Bizans'tan Günümüze İstanbul Şiirleri' antolojisiyle bağlantılı olarak, Enver Ercan'ın moderatörlüğünde İstanbul üzerine konuşup, birkaç okuma yapacağız. 31 Ekim Pazar günü, Tüyap Kınalıada Salonu'nda, saat 14.00 ile 15.30 arası.

Birlikte şiir okuyacağım diğer şairler: Ataol Behramoğlu, Haydar Ergülen, Metin Cengiz, Yavuz Özdem, Gülce Başer, Deniz Durukan, Altay Öktem, Mahir Karayazı, ve Tozan Alkan. Ben tam bir ev taşıma arifesindeyken, üzerinde yaşadığım şehre dair birşeyler konuşmak ilginç ve eğlenceli olacaktır. Pazar görüşürüz!

09 Ekim, 2010

Enigma: Varoluşun En Güçlü Süper Kahramanı / Sıcak Nal 4

Sıcak Nal'ın 4. sayısında Peter Milligan'ın klasik çizgi romanı Enigma bahanesiyle, bir 'çizgi romancının' kendi tanımını ne kadar aşabileceğini anlatmaya çalışıyorum. Kısaca özetlemek gerekirse; Enigma bir çizgi roman okurunun kendi kimliğini yeniden anlamlandırma hikayesine eşlik eden bir çizgi romanın çizgi romanı. Kulağa karışık geliyor ama bu öykü, en temelinde bir aşk öyküsü. Yani ister istemez biraz karmaşa gerekiyor.

Enigma, kendi çok katmanlılığı gibi, bizim elimizde de, bize ait birden fazla odanın kapısını açıyor.

Ara başlıklar, ara makas:

Genç ve Tehlikeli
Eğer Ünlü Olduğumu Düşünüyorsan
Bir Süper Kahraman Olarak Lady Di
Kimlik, Seks ve Pop
Can Sıkıntısının İnanılmaz Gerçekliği
Post-Modern Bir Zirve


Bir de ufak bir alıntı:

''Peter Milligan eserlerini kategorilere ayırmadan önce, Milligan çizgi romanlarının içerdiği yüksek edebi dilin kaynağını sorgulamak istiyorum. Bir söyleşisinde zamanının İngiliz romancılığa tepki olarak çizgi roman yazmaya başladığını söyleyen Milligan, yine aynı söyleşide, çizgi roman okumaya, çizgi roman yazmakla birlikte başladığını itiraf ediyor. Haliyle, yazarlığının temellerini çizgi romancılardan çok, edebiyatçılara ve felsefecilere bağlıyor. Yetişkin ya da süper kahraman, her eserine muhakkak serpiştirdiği birkaç referans, Milligan’ın ilhamını nereden aldığını belli ediyor. James Joyce, Arthur Rimbaud, Italo Calvino, Percy Bysshe Shelley ve Jean Paul Sartre; Peter Milligan’ın her fırsatta göz kırptığı yazar ve şairler arasında en öne çıkanları. Milligan, tekinsiz zihnini kimi zaman kontrol edemiyor olmalı ki, yine kendi ifadesiyle, ‘pek tanımadığı ama paza kazanmak için yazabileceği’ süper-kahraman serilerindeki diyalogları bile bu merakıyla dolduruyor. Kimi zamanda hızını alamıyor, ‘Skreemer’ isimli suç öyküsüne James Joyce karakterlerini konuk ederken; ünlü İngiliz çizgi roman karakteri Tank Girl arayıcılığıyla, Ulysses’i yeniden yorumluyor. Ele aldığı konular itibariyle de net bir tavır sahibi Milligan’ın çoğu öyküsü, artık kendine ait kıldığı kimi temaların yeni olanaklarını deniyor. Milligan’ı bir çizgi roman yazmaya iten nedenler açık ve net: Kimlik, seks ve pop. Eski bir Dc Comics süper-kahramanını ‘yapısöküm’den geçirerek, 70 sayı boyunca ‘yetişkinler için’ ibaresini taşıyan ‘Shade the Changing Man’ ya da post-aids sonrası aseksüel dünyada burjuva değerlerini sorguladığı ‘The Extremist’ gibi seriler; üç ana başlık altında topladığım bu terimleri gerçeküstücü bir temelde yeniden anlamlandırmaya çalışıyor. Milligan; şiirsel bir anlatımı, çizgi romanın sıra dışı olanaklarıyla birleştirirken, en temel konulara, en uç noktadan yaklaşmayı deniyor.''

02 Ekim, 2010

Kara Parçaları / Yasakmeyve 46

Daha önce BirGün'e hazırladığım köşe 'Kara Parçaları', Yasakmeyve'nin 46. sayısından itibaren yeniden yazılmaya başlanıyor. Bundan sonra Yasakmeyve'de devam edecek olan 'Kara Parçaları'; genel olarak İngilizce yazılan şiir ile Türkçe yazılan şiirin son yüz yılıyla ilgileniyor. Ted Hughes ve Thom Gunn'la başlayan punk meselesiyse, daha geç isimlerle ve bu isimlerin Türkiye'den 'kardeşleri'yle genişleyecek. Benim ayak bastığım topraksa, ister istemez, kendi şiirim olacak.

'Kara Parçaları'nın ilk yazısı, modern İngiliz şiirinin son otuz yılını 'punk' günleriyle özetlerken; aynı özetin Türkiye'deki geçerliliğini de sorgulamaya çalışıyor. Bu sorguda bize yardım edecek beş şairden ilki, 1993 tarihli ilk ve bilinmez bir zamana kadar da son kitabı 'Cihangir Kedileri'yle Yıldırım Türker.

Ara başlıklar, ara makas:

Eksik Parçalar
Sıralama Yapma, Yapama!
Vahşi Enerji, Sonsuz Cazibe
Mit Merakı
Tek kurşun, tam hedefe
Sıradaki

Bir de ufak bir alıntı:

''Masanın üzerindeki ikinci beş kişilik grubun en gizemli şairini seçerek bu öğüdü yerine getirmeye çalışıyoruz. Yalnız, şairin kendine biriktirdiği gücü daha çok önemsememiz için planladığı bir kör oyun var ortada. O, kendini yalnızca tek bir kitapla açıyor, yine aynı kitapla kapatıyor ya da en azından, devamı için bir tür ‘mit yaratma’ ritüeli başlatıyor. Herkesin herkese sayısal verilerle üstünlük kurmaya çalıştığı bir dünyada, bir avuç şiir bırakarak ve aslında gerçekten, o şiirleri kaderlerine terk ederek şair kalabilmenin zaman ve üretimle ilişkisini sorgulatan şair, bir belirsizlik üzerinden varolmanın inanılmaz rahatlığını yaşıyor. Söz konusu şair Yıldırım Türker. Söz konusu kitapsa ‘Cihangir Kedileri’.''

http://www.yasakmeyve.com/?p=p_174&sName=SAYI-46

11 Eylül, 2010

Dorsay eksi Etiketler



Ece Dorsay

'Etiketler konserveler içindir'

Bir+Bir / Eylül / Sayı 6/ with Murat Meriç




Ece farklı bir müzik deniyor, farkında mısınız? İkinci albümü 'Kırmızı Karanlık'da samimiyetine eş, kalıcılığa dair işaretler de küçük süprizler halinde kendisini gösteriyor. Sizden tek bir ricası var; yeniye açık olmanız. Peki bizi ne bekliyor? Devamı Bir+Bir'in yenisinde..

01 Eylül, 2010

Milliyet Sanat Eylül / Halil Altındere


Milliyet Sanat'ın Eylül sayısında, 'Fikirler Suça Dönüşünce' sergisi öncesi Halil Altındere'yle konuşuyoruz. Yakında söyleşinin tam metnini eklerim. Şimdi Sultanahmet Meydanı'na, şiir etkinliklerinin açılışına. Bir de, on gün sonrasına teaser yapayım: Yıldırım Türker. 

30 Ağustos, 2010

BizBizans

Komşu Yayınları ve Varlık Dergisi'nin büyük bir 'şiir olayı' var: Bizans'tan Günümüze İstanbul Şiirleri. İstanbul'un meşhur 7 tepesinde, 7 gün, 7 okuma programı. Bu etkinliğin bir de aynı ismi taşıyan antolojisi var. Okumalara katılan, katılmayan; ölü, diri tüm önemli şairlerin İstanbul'la ilgili şiirlerini kapsayan bir antoloji. Çoğu antoloji gibi, şairler doğum tarihlerine göre sıralanıyor.

Daha şiir kitabı yayınlamadan antolojiye giren -gençliğini kullanarak bu antolojinin kapanışını üstlenen- ve okuma programına alınan tek şair olarak sizi 2 Eylül Perşembe günü, saat 17.00'da Balat, Dimitri Kandemir Müzesi'ne çağırıyorum. Görüşürüz!


19 Ağustos, 2010

I Would Die 4 U


I'm not a woman
I'm not a man
I am something that you'll never understand

I'll never beat u
I'll never lie
And if you're evil I'll forgive u by and by

U - I would die 4 u, yeah
Darling if u want me 2
U - I would die 4 u

I'm not your lover
I'm not your friend
I am something that you'll never comprehend

No need 2 worry
No need 2 cry
I'm your messiah and you're the reason why

'Cuz U - I would die 4 u, yeah
Darling if u want me 2
U - I would die 4 u

You're just a sinner I am told
Be your fire when you're cold
Make u happy when you're sad
Make u good when u are bad

I'm not a human
I am a dove
I'm your conscious
I am love
All I really need is 2 know that
U believe

Yeah, I would die 4 u, yeah
Darling if u want me 2
U - I would die 4 u

Yeah, say one more time

U - I would die 4 u
Darling if u want me 2
U - I would die 4 u
2 3 4 U

I would die 4 u
I would die 4 u
U - I would die 4 u
U - I would die 4 u

Prince - I Would Die 4 U

16 Ağustos, 2010

Ne Ona Ne Buna Tam Ortaya







Art Unlimited'in 5. sayısı için yazım:

Her ne kadar queer politika üzerine yoğunlaştıklarını söyleseler de, Adnan Yıldız ve Aykan Safoğlu toplamından oluşan ‘ğ’, ne ona, ne buna, tam ortaya, yani içimize, bize ait temel kavramlar üzerinden eleştirel bir bütün sunmayı başaran bir kollektif. Birinci yılını dolduran ‘Galeri Non’unsa, görkemli vedaların sonraki buluşmalara kadar bağlayıcı bir neden oluşturabileceğine dair güçlü bir kanıtı var: 8 Haziran-17 Temmuz tarihlerini kapsayan, küratörlüğünü ğ’nin üstlendiği ‘Ah Oh’.

Berlin ve İstanbul gibi yolları uzun iki şehri aynı anda yürümeyi başarabilen ‘ğ’, varmak istedikleri noktaya daha erken ulaşmalarını sağlayan direnci, heteroseksist düzenin hâkimiyetine karşı çıkma isteğinden alıyor. İlginç ve etkili olansa, böylesine kesin bir tavrı, kendini dikte etmenin yorucu telaşına düşmeden işleyebilmeleri diyebiliriz. ‘ğ’, queer vurgusunu politik niteliğinden ayırmadan, fakat aynı niteliğin kısıtlayıcı diline de takılmadan, esas meselesini çok katmanlı bir bütün haline getirebiliyor. Sergi dâhilinde görebileceğimiz eserleri birbirine bağlayan soyut ip, aynı zamanda, aile, teslimiyet ve arzu ritüelleri gibi pek çok toplumsal anlamı birkaç kere saracak ve hatta sınırlayacak bir yeterlilik gösteriyor.

Rinus van de Velde’nin kimi modern alışkanlıkları, insanın hayvanı evcilleştirmeye başlamasından beri süre giden efendi-köle ilişkisine ters bir yorum getirmemize olanak sağlayacak bir desene dönüştürdüğü eser, serginin kavramsal dokusunun dönüşümlü yapısını örnekliyor. İç-Mihrak oluşumunun sergi için özel olarak hazırladıkları kurgusal posterlerse, koridorun devamında göreceklerinize sizi hazırlamak ister gibi, cinsel politikalara karşı eleştiriyi yüzünüze çarpıyor. Yani, koridor bir nevi köprü görevini görüyor fakat bu köprü, karşıya geçmeye dair cesaretinizi yeniden düşünmenizi sağlayacak kadar güçlü bir akışın üzerinde yükseliyor.

Oktay İnce’nin ‘Devrim beni aramadı’ isimli belgesel filmi, LGBT bireyler ve örgütlerle yapılmış röportajlardan oluşuyor ve serginin içerisinde bir nevi katalizör görevi görüyor. Yine de, bu kadar net bir çalışmanın doğrudan mesajı, diğer eserlerin kompleks yapısıyla karşılaştırılınca, biraz kapatıcı bir etki bırakıyor. Ben bu etkiden kurtulmak diğer tüm eserlerle izleyici ilişkimi bitirdikten sonra, oturup bu belgeseli izlemiştim.

Hasan Aksaygın’ın sergi mekânında üretilen duvar resmi, serginin üst katında Patty Chang’ın çift kanallı video yerleştirmesine bakıyor. İki eser, belirgin bir uzaklıktan seyredildiğinde, birbirinin öyküsünü devam ettirebilecek bir uyum içeriyor. Aksaygın, anne ile babanın kuşatıcı etkisini yerleşim ve iskâna kapalı Varosha şehri ve Bizans referanslarıyla simgeleştirirken; Chang, anne ve babasıyla birlikte gerçekleştirdiği performansı tersten akan bir kurgu içerisine yerleştirerek telafiye dair bir şeyler anlatıyor. Aykan Safoğlu’ysa, ‘Çükümün Stockholm Sendromu’ ismini verdiği enstalâsyonla, ailenin gelenekle kurduğu yoğun iletişimin en ironik alışkanlıklarından birini somutlaştırıyor. Ailenin cinselliğe yüklediği kanibalist anlamın üzerindeki tül, Safoğlu tarafından yeniden örülüyor fakat bu sefer tül, saydamlaşıyor.

Galerinin alt katında yer alan iki eserse, ‘Ah Oh’nun içerisinde apayrı bir doygunluk düzeyini temsil ediyor. Singapurlu sanatçı Ming Wong, Fassbinder’in ‘Korku Ruhu Yer Bitirir’e kendince bir remix çekmiş. ‘Angst Essen/ Korku Kemirmesi’ ismini taşıyan 27 dakikalık video, isminden de anlaşılacağı gibi, Fassbinder klasiğini sıkıştırıp, bir tür mikro bakış içerisinde tekrar üretiyor. Bu yeniden üretimin en önemli unsurunu oluşturan ince parodi, Fassbinder filmlerindeki durgun ifadenin yarattığı hüznü daha duyarlı bir ifadeye yerleştirip yepyeni bir şiirsel anlamın evrilmesine önayak oluyor. Hemen karşı duvardaysa, serginin en nevi şahsına münhasır eseri yer alıyor. Elfe Uluç, annesi Sevim Burak’la birlikte, ‘Ford Mach I’ romanının yazım süreci içerisinde yaptığı desenleri yıllar sonra yeniden yorumluyor. Anne-kız ilişkisinin içten anlamını da taşıyan bu yeniden yorumlama, esas olarak, Sevim Burak’ın edebiyata kazandırdığı orijinal ifade gücünü hatırlatırken; Uluç, etkili seslendirmesiyle sembollerin içerisinde gizli hipnotik müziği kulağımıza fısıldıyor. Yine de, ‘Ah Oh’ sergisinin kavramsal çerçevesi düşünüldüğünde, Elfe Uluç’un çalışması biraz dışarıda kalıyor. Serginin en güçlü çalışmasının sergi içerisindeki konumuna dair endişeleri aşmak için Sevim Burak’dan ya de Elfe Uluç’tan queer bir anlam mı beklememiz gerekiyor? sorusu, ister istemez, izleyicinin aklına yerleşiyor. Sergi boyunca tüm eserler kendini ifade etmek konusunda problem yaşamazken, bu pürüzsüzlüğü bozmamak için Elfe Uluç’u da böyle bir bağlam içerisinde görmeye çalışmak, Elfe Uluç’un tekliğini tehdit edebiliyor. Fakat bu problemi aşmanın da bir yolu var: ‘Ah Oh’un başarılı ve bütünlüklü mesajının köklerini aradığınızda, insana ait çok naif bir neden bulacaksınız. Bu neden hepimizin varoluşuyla ilgili ve varoluşu bir arada ne kadar yaşayabildiğimizle. Aslında her şeyin başlangıcı, Sevim Burak’ın ‘Everest My Lord’da sorduğu sorduğu o soruya dayanıyor: ‘B E N  N E Y İ M ?.. ‘

Aynı cümle içerisinde bile harflerin birbirine yabancılaşabildiği bir dünyada cesur cevaplar üretebilen bir sergi ‘Ah Oh’.

08 Ağustos, 2010

Gore+Vidal




Gore Vidal



Bir+Bir / Ağustos / Sayı 5




Gore Vidal'le söyleşi yapmadan önce, birkaç arkadaşıma Vidal'in ölmediğine dair wikipedia kanıtları sunduğumu hatırlıyorum. Klasik deyimle bir anıtın karşısına çıkacaktım. Sfenks'in sorusuna cevap vermek gibi; ya o zaman yorgunluğunu karşılayacaksın, ya da. Ayrıca bu sfenks soru sormaktan da, soru cevaplamaktan da sıkılmıştı aslında. Kendisiyle yapılan son söyleşilerinin uzunlukları bunu gösteriyordu. Aklımdaki 1+1 toplamından çıkan sonuçsa şuydu: ya derli toplu bir metin çıkaracak kadar süre yaratamazsam?

Gecenin denizinde, Boğaz'a doğru hareket eden teknede, Gore Vidal'in zamana dair hiçbir kaygısı yoktu. Sabah yarım kalan söyleşiyi tamamlamanın (Orhan Pamuk, Truman Capote, Bret Easton Ellis ve hatta Paul Newman; söyleşi hepsine el sallıyor) ardından, yeni Amerikan romancılığından, eski sevgililerine kadar pek çok konuyu bitmeyen bir enerjiyle konuşuyorduk. 'Sandalyeye bakma, istersem koşabilirim' diyordu. Böylesine çok sevdiğim bir romancıyla bir gece geçirmenin anlamı, Vidal'in çocuksu huysuzluğu tarafından bir tür oyuna dönüştürülmüştü fakat Vidal, bu oyunda bana yardım etmek için vardı. Aklıma gelen şeyleri ardı ardına sıralamama rağmen, sarsılmaz bir kibarlık ve yoğun bir iyi niyetle, en net cevapları vermeye çalışıyordu. Sonra birbirimize birkaç 'şahsi anı' anlatmaya karar verdik. Daha doğrusu, Vidal böyle istedi ve ilk başlayan, yine o oldu. Ondan duyduklarımı yıllar sonra anı olarak yazmam gerektiğini öğütledi ve yanında gelen birkaç genç yazarın da bu anılardan haberi olduğunu söyleyerek bizi birbirimize tanıttı. Sıra bana geldiğinde, olabildiğince pürüzsüz fakat aynı oranda tehlikeli ve şaşırtıcı birşeyler anlatmaya özen gösterirken yakaladım kendimi. Kent ve Tuz'un Jim'i gibi. Ortak bir onayla, Jim benzetmesine güldük. Vidal'in ertesi gün verececeği konuşmada tekrar görüşmenin olasılığından bahsederken, tekne karaya yanaşmaktaydı. Denize cebimdeki bozukluklardan birini fırlattım. Bu bir geri ödemeydi ya da bir teşekkür notu, eski bir alışkanlık.

05 Ağustos, 2010

Dedikodunun Zamanla İlişkisi ve Küçük Sırlar







Çocukluğumdan beri romantik komedi ve dram sinemasına karşı yoğun bir ilgim var. İçimde ama öyle hemen bulunabilecek bir yerde, tüm hayatını ekran karşısında sorgulayıp, mutlu-mutsuz bir sona bağlayabilecek birisi olduğumu söyleyebilirim. Ve hatta Atilla Dorsay’ı çok sevdiğimi: Çünkü bu tür filmler ondan hep yüksek puan almıştır.İlgimin bir tür saplantıya dönüştüğü zamanlarıysa, televizyon dilinde, sabah kuşağı, öğle kuşağı ve dizi kuşağı diye üçe ayırıyoruz. Sinemanın, hele ki sinema salonunda izlenildiyse, bir yastık gibi başın arkasında biriken yumuşak karanlığı; televizyon kanallarında tam takım bir dinlenme ritüeline dönüşüyor. Her ne kadar dizi devamlılığına pek ayak uyduramasam ve sabah kuşağı sırasında uyuyor olsam da, öğle kuşağını evde olduğum günlerin biricik aktivitesi haline getirmek konusunda asla tereddüde düşmem. Ahmet Haşim’in dediği gibi, tüm o görüntülerin içinde kendi duygularınla baş başa kalmak, o görüntülerin etkisinden değil, can sıkıntısı yüzündendir. Ağlamak istediğim zaman kumandanın 3. tuşuna, gülmek istediğim zaman…

Romantik komedi ve dramın çocuğu sayılabilecek gençlik filmleri/dizileri, içerisinde yeterince ‘olgun’ taşımadığı için, es geçtiğim bir alt başlık. Edebiyat, Bret Easton Ellis / Hanif Kureishi / Tama Janowitz filan tamam da, söz konusu dizi/film olduğunda, edebiyat uyarlamaları bile, belirgin bir sınırın ötesine geçmekte çok zorlanıyor. Yine de, izlemekten hoşlandığım iki gençlik dizisi var: Gossip Girl ve Skins. Filmlerin isimlerini söylemeyeceğim. Şu an salon koltuklarının üzerindeyiz, Atlas’da değil.

Bu yazının devamı için kumandalarımızdan Kanal D’yi buluyoruz, Çarşamba günü, haberlerden sonra: Gossip Girl’un Türkiye yorumu denilen ‘Küçük Sırlar’ başlıyor. Dizinin kaynağı, belirgin alışkanlıkların farklı sonuçlar vermesine dayanan bir matematik problemiydi. Türkiye versiyonunun ilk farklılığı, matematiğin yalnızca realiteyle dizi arasındaki çıkarma işleminin çok haneli sonucunda rastlanması. Eh, bunu da yaşadığımız toprakların yapısıyla açıklamak gerekir ki, bununla uğraşmak yerine, diziye devam etmek çok daha mantıklı bir hareket olur. Uğraşmak demişken, internette diziye yapılan eleştirileri haksız buluyorum. Şu ana kadar izlediğim tüm yerli diziler histerinin zirvesine adını yazdırmışken; bir grup güzel/yakışıklı ergenin hiper-lüks bir dünya içerisinde kendilerini kaybetmeleri adil ve zararsız görünüyor. Eleştirilere verebileceğim tek cevap: Eğer siz de iyi bir izleyici olursanız, televizyonun içerisinde gizli sonsuz eğlenceyi görebilirsiniz. Keza ‘Küçük Sırlar’, ‘Gossip Girl’ kadar ileri gidemese de, biz bunun nedenlerine kafayı çok taksak da, eğlence konusunda pek ekonomik davranmıyor. Daha ilk bölümden esas kıza karşı işlenen mükemmel kötülük ağı, karakterin ihanet, tecavüz, ölüm gibi pek çok trajediyi ardı ardına yaşaması ve çevresinde beliren her insanı bir tehdit unsuru gibi karşılamasını gerektiren  ortam içerisinde varoluş mücadelesi vermesiyle, ‘Küçük Sırlar’ın o içimde bir yere çok yaklaştığını söyleyebilirim. Hepimiz biliyoruz ki, dedikodu tamamen zamanla birlikte anlamını kazanan bir kavram. Mesela, son noktayı koyma derdindeyseniz ve bu yüzden beklemeyi kabul etmişseniz, verdiğiniz her türlü karşılık, dedikodunun yeri geldiğinde ayıplanan gerçekliğinden sıyrılarak, bir çeşit savunmaya dönüşür. Ya da çok sevdiğim bir arkadaşımın yaptığı gibi, sessiz bir konuşma tarzı, dedikodunun bir çeşit uyarı gibi duyulmasını sağlayabilir. Böylelikle kendinizi dedikodudan soyutladığınız gibi, iyi niyet hanenize bir çentik atabilirsiniz. Fakat bu yöntemin geçerliliğini, yine zaman sayesinde kanıtlayabilirsiniz. Zamanı bile dinlemeyen bir tür vardır ki, en yakınlarınıza bile sizi kötülerken, bunları duyacağınızı hesaba katamayacak kadar dikkatsizce hareket etmekleriyle bilinirler. Bu türün geleceğinde çalmayan telefonlar ve ne de olsa kimse gelmeyecek diye açık bırakılan kapılar görülmektedir. İşte tam bu noktada 'Küçük Sırlar', dedikodunun zaman ve mekanla ilişkisini başarıyla örnekleyen karakterle dolu bir dizi ve reytingleri ele geçirmesinin büyük sırrı, gençken ya da gençliğimizi özlerken deneye yanıla keşfettiğimiz kötücüllük hevesimizi bir paket olarak sunmasıyla alakalı. Karakterleri yeterince kötü bulmamamız bile, görmek istediklerimizle yaşamak istediklerimize dair bir gerçekle birebir örtüşüyor. Diyebiliriz ki, 'Küçük Sırlar'ın her eksisi, bizdeki bir boşlukta artıya dönüşüyor.

Dizinin marka yüzü Sinem Kobal'ın oyunculuğu da bir tartışma konusu ve ben bu konuda da dizinin yanındayım. O kızın sürekli lityumu çağrıştıran duygusal geçişleri ve yanlış yerlerde yarım tepkiler vermek konusundaki ısrarını izlemeyi çok seviyorum. Konu oyunculuğa geçmişken, dizinin 'en dişisi'ni canlandıran Merve Boluğur, gelecek bölümlerde yapacaklarıyla dizinin diğer karakterlerini parmağında oynatacağa benziyor. Dün gece Lale ve Mazhar Candan'la güzelliğin kendine has çeşitli sorumluluklar içerip içermediğini tartışmıştık. Gençliğinde bir çeşit star ışığı taşıdığı aşikar Mazhar, Lale'nin kahkahalarını bastırarak, kendine düşen sorumlulukları yerine getirmediği için çabuk yaşlandığını söyledi ve meselenin cesaret meselesi olduğunu. 'Ayşegül' karakterini canlandıran Boluğur, böylesi bir cesarete sahip. Burak Özçivit, oyunculuğunun 'olgunluk' çağını merak ettirirken, dizide bir de Hande Yener'in eski sevgilisi var ki, Hande'nin pedofili olduğunu cümle aleme kanıtlayacak bir post-ergenlik ruhu içerisinde kendini rolüne kaptırmış, gidiyor, gidiyor.

Dizi, şu anda 4. bölümünde ve bölümler arasındaki tek fark, uzatılan etek boyları. Zamanla yerine oturacağına emin olduğum 'Küçük Sırlar', Türkiye televizyonunda net çekmeyen kimi konulara da el atmaya başlayınca, varolan eğlencesini üçe dörde katlayabilir. Ha, dizinin dram yönü ne oldu, nerede romantizm derseniz, hepimiz biliyoruz ki, birinin kulağına fısıldadığımız şeyler arasında gerçek hüzünler hiçbir zaman yer almamıştır, almaz.

28 Temmuz, 2010

Tarkan Toleransı

Kimse Tarkan’a karşı koyamıyor! Herkes Tarkan’ı eleştiriyor! O, Türkçe popu tek başına götürüyor! O, kendini geliştiremiyor! O gaygaydeğilgaygaydeğil! O’nun tüm derdi reklam! O, albüm satışlarını hak edecek kadar çalışıyor! O! O! O! O! Ve yeni albümü.

Tarkan’dan bahsetmek için manşet gerekiyor. Bol manşetli sanatçımız, yeni albümü ‘Adımı Kalbine Yaz’ın öncüleyeni ‘Sevdanın Son Vuruşu’ndaki yaylılar introsu gibi, kaygan ve görkemli olmayı her işin başına yerleştiriyor. Pardon, bu tavrını arada sırada bozduğu da görülmüştür. Bakınız: Metamorfoz. Bakınız: Son albümün kapağı. Neyse ki, bu iki hatanın ortaklığı, yalnızca kapaklarla sınırlanıyor. ‘Adımı Kalbine Yaz’, kendini bir yerlere yazdırmadan önce, ‘Metamorfoz’un kötü etkisini siliyor.

‘Sevdanın Son Vuruşu’, tam not almış, üzerine bahsedilmeyecek kadar kabul görmüş bir şarkı. Yani albümün sürprizleri ikinci şarkıdan itibaren başlıyor. Fakat ikinci şarkıya geçmeden önce kimi hazırlıklar gerekiyor. ‘Acımayacak’, epik popun göz boyayan etkisiyle dolu olduğundan, ilk etapta ağza bir parmak bal çalıyor. Birkaç turun ardındansa, 2010 yılında olduğunuzu, Tarkan’ın 7. stüdyo albümünü dinlediğinizi, ‘Avrupai görüntüye Doğu gırtlağı’ formülünün Ortadoğu/Balkanlar üzerinde ne kadar iyi iş gördüğünü hatırlamaya başlıyorsunuz. Peşi sıra gelen ‘İşim Olmaz’, Yıldız Tilbe’nin saf hüznünü taşıyor ve ‘Acımayacak’ın karşı konulmaz fakat planlı etkisini tatlıya bağlıyor. ‘İşim Olmaz’ın bir başka faydasıysa, ‘Acımayacak’ ile tekrar canlanan ‘Tarkan ve Coğrafyamız’ sorunsalına bir süre ara vermemize yardımcı olması. İşbu albümün geri kalanında Tarkan’ın, Türkiye’nin, Avrupa’nın ve üzerinde müzik çalan her kıtanın anlamını defalarca sorgulayacağız. Bu arada, daha üçüncü şarkıdan anlıyoruz ki, Tarkan’ın matematikle arası da, en az coğrafyayla olduğu kadar, iyi. Albümdeki zeki yapı, ayrıntılarda çatallaşıp kendi özgünlüğünü kazanıyor. Örneğin, ‘İşim Olmaz’ın introsu, albümün ferahlığına büyük bir katkı sağlıyor. Bu sıcak şarkının sözleriyse tamamen gerçek aşka dokunuyor. Amerika’da, psikolog gözetimiyle ‘tedavi olan’ Tarkan, onu hayata bağlayan nedenleri pamuk sesiyle bizlere fısıldıyor.

Duygusal şarkıları ardı ardına sıralamanın işe yararlılığını ölçer gibi, ‘Kayıp’, kendinden önceki şarkıyı devam ettiriyor, fakat bu sefer yere çalarak. ‘Kayıp’, ismiyle bütün, albüm içerisindeki en parıltısız çalışma. Geçelim.

Sezen Aksu – Tarkan birlikteliğinin Nazan Öncel durağından sonra tekrar işlemeye başladığını bildiren ‘Öp’, albümün hit adaylarından biri ve buna kimsenin itirazı olamaz. Dikkat edilmesi gereken mesele, şarkıdaki ‘eksi Doğu’ denemesi. Brett Anderson ya da Prince’i andıran inlemeler, Goldfrapp’ı andıran intro, döngüsel ritim ve vokaldeki keskinlik sayesinde Tarkan’ın Amerika’ya gitmesi için ikinci bir sebep daha bulabiliyoruz. Türkçe pop içerisinde oldukça modern bir yere konumlanacak ‘Öp’ ve eminim, zamanla bu albümdeki en parlak anlardan biri olarak hatırlanacak. Fakat eğer ‘albümün en çok dinleneni’ni arasaydık, bir sonraki şarkıyı anmakla hükümlü olacaktık. ‘Adımı Kalbine Yaz’, anlattığı hikâye gibi, unutuşa dair sorunları olan bir şarkı. Akılda kalıcı ritmiyle bu sorunu aşmış gözükse de, ağdalı vokali yalnızca kendini kurtarmaya yetiyor. Yanlış anlaşılmasın, şarkı çok güzel. Ama işte ben coğrafyayla uğraşmayı sevmiyorum ya da bu cümleyi müzik dilinde söylersek: Boy George ile George Michael arası bir imaja sahip bir pop starın Ortadoğu ezgilerine bu kadar yaslanması beni afallatıyor.

‘Kayıp’la aynı kaderi yaşayacak şarkıysa ‘Sen Çoktan Gitmişsin’; altyapı filan gayet yerinde olsa da, şarkının biraz ferahlaması gerekiyor. Sakız gibi uzayan vokal ve sahil gitarları hüznünüze iyi geliyor ama farklı bir yönden: Can sıkıntısı tüm duygularınızdan daha baskın gelmeye başlıyor. Albümün üç slowundan ikisi hedefi kaçırınca, 'Gitti Gideli', 'Kış Güneşi' ya da 'İkimizin Yerine' revizyonlarına dair umudumuz da bir sonraki albüme erteleniyor. Son şarkı ‘Usta-Çırak’sa Sezen Aksu-Nazan Öncel küslüğünün şarkılarda geçerli olmadığını belli ediyor. Aksu ve Öncel’in muzip melodilerinden ilhamını alan şarkı, iyi bir albüme, yumuşak bir son hazırlıyor. Ardından gelen 5 adet remix’i dinlemeyi düşünmüyor ve onları sonsuzluğa terk ediyorum. Karışık listelerde karşıma çıkar korkusuyla bilgisayardan bile sildim.

Bir önceki paragrafta albüme ‘iyi’ dedim. Hakkında eleştirilecek çok fazla şey olsa da, ‘Adımı Kalbine Yaz’, Tarkan için gereken bir albüm. Dinleyici kanalındaysa herhangi  major bir değişiklik yok ve daha uzun bir süre olmayacak gibi görünüyor. Yani, en azından hepimizin içerisinde bir yerde gizli ‘Tarkan Toleransı’nı yeniden yorumlayana kadar. Kabul edelim; Tarkan, biraz da seks gibi. Türkiye seksi ne kadar seviyorsa, sekse bir o kadar yabancı davranabilmeyi de başarabiliyor. Neyse ki, Tarkan’ın şansı ona karşı konulamaz bir imaj sunuyor. Halkının yüzde 99’unu Müslüman-Heteroseksüellerin oluşturduğu ülkemizde, Tarkan gibi biseksüel bir imgeye gösterilen latan sevda, Tarkan’ın sürekli çekiciliğine dair bir kanıt olarak önümüzde duruyor. O'nu dünyaya paylaşmaya hazır olmayışımızın nedeni de malum, muhafazakar yapımızdan geliyor. Zaten o da bu gerçeği anlamış ki, 'Adımı Kalbine Yaz' ile artık gözünün dışarıda olmadığını belli ediyor. Eh, bir başkasına laf gidecek korkusunu da üzerimizden attığımızda, Tarkan'a kendimizi teslim etmek, her zamankinden daha kolay oluyor.

Tarkan - Öp
Tarkan - İşim Olmaz

27 Temmuz, 2010

Likit Hafıza / Art Unlimited 4

Dergi çıkmadan yazıyı koymuştum, haliyle dergi çıkana kadar geri çektim, dergi çıktıktan sonra da acele etmemin karşılığı olarak biraz bekledim. Şimdi, tekrar.

Likit Hafıza

Modern İtalyan Edebiyatı’nın en değerli ismi sayılması gereken Cesare Pavese’in gençlik dönemi kaleme aldığı şiirlerini topladığı ‘Yeniden Doğuş’ kitabında, ‘Parfümler’ isimli orta uzunlukta bir şiir yer alır. Bu şiirde, küçük/parlak/renkli parfüm şişelerinin dizildiği bir rafı seyreden şairin, şişelerin içindeki kokuyu hayal ederek kendine dair nasıl bir sorguya gittiğini okuruz. Koku, şairin algı ve hafızasını aktive edecek bir olanak sunmaktadır. Koku, vitrinin arkasında, şişelerin içinde ya da çok daha uzağında da yükselse; şair, kokunun çağrışımlarını terk edemeyerek, kendi bedeninden yayılırcasına net bir şekilde duyumsar.

Melis Ağazat’ın, Outlet Galeri’de Tufan Baltalar’ın ‘Seyir Terası’ ile birlikte sergilenen ‘Bir Yaz Günü Öğleden Sonra’ adlı sergisine adımınızı attığınız anda, kendinizi Cesare Pavese gibi hissetmeniz oldukça doğal. Alt kata inen merdivenler, bir nevi, kişinin belleğine uzanan yolu temsil ediyor: Ağazat’ın özel üretim incir kokusu, düzenli aralıklarla mekâna yayılırken, mekandan öte, aklımızdaki boşluklara doluyor. Ağazat, geçmişin kalabalığını tül kadar ince bir kokuyla karşılamayı başarıyor. Bu ekonomik kullanım, ilk başta sanatçının bireyselliğiyle ilgili dursa da; sergi boyunca kokuyla kuracağınız yakınlık, sizi kendi hatıralarınıza taşıyor. Ağazat’ın zaman üzerinde kurduğu şiirsel denklem çok net: bir öğleden sonrasının huzuru ve tabii ki hüznü, önce sanatçının iletişim aracına, sonra da alımlayıcının gizil fırsatına dönüşüyor. Fırsatı iyi değerlendirenlere geçmiş ile şimdi arasında bir yolculuk bileti bedava!Bizi saran koku eşliğinde, el boyama porselen harflerin diziminden oluşan ‘Unutamıyorum’ yazısını gördüğümüzde, sanatçının bizimle oynadığı oyundan huzursuz bir keyif almaya başlıyoruz. Ağazat’ın çiçek desenleri, öğle güneşinin gerilimiyle canlı kalıyor: Bu çiçekler, güzel bir bahçede de açmış olabilir, güzel bir bahçenin özlemini çeken yalnız bir insanın zihninde de. Ağazat, melankoli ile içsel heyecanları depolamakta sık sık hileye başvuran belleğin seceresini, basit bir düzlem üzerinden, tüm yönleriyle yüzümüze çarpıyor.

O sırada, aklıma Lale Müldür’ün ‘Terra Del Fuego’ şiirinden bir dize takılıyor : ‘Unutuşum başka bir sendi.’ Daha sonra, Melis’le, bu şiiri ve şiire ait sevip sevmediğimiz ne varsa hepsini, sırayla konuşacaktık. Aramızda bir akşamın en eğlenceli saatlerini yarattık: Rastgele bir şair söyleyip, kısa cümlelerle o şairle aramızdaki yakınlığı- uzaklığı belirliyorduk. Sadece şairler değil, Michael Jackson, Suede, Nico ya da bizim şiir gibi okuduğumuz tüm sanatçılar bu kuralları net oyuna dâhildi. Daha doğrusu, kokusu olan; kokusu şiir kitaplarına, albüm kartonetlere sinen herkes. Kendine has kokuların peşindeydik, zamanın zorunlu kıldığı unutuşu kırarak bize ait başka bir ‘benlik’, başka bir ‘ben’ olma imkânı veren kokuların.

Yine el boyaması porselenden oval bir tepsi üzerine yansıtılan‘Büyükada’ isimli video çalışması, serginin kurgusunu daha net anlamamıza yardımcı oluyor. Ağazat, Pavese şiirlerinde olduğu gibi, kendine ait bir öyküyü dışarıdan anlatarak, iç-dış ilişkisini bir tür havada asılı aynaya dönüştürüyor. Bu çok boyutlu aynaya bakanlar, Ağazat’a dair anıları da görebiliyor; kendi geçmişine dair izleri de; şimdiyi de. Meleksi bir figürün sabit bir ritimle dönüp durduğu video, hafızanın kaçınılmaz devinimini simgeliyor. Kafanızı karşı duvara çevirip ‘Unutamıyorum’un dizildiği duvara tekrar bakın ve bir porselen bir kelebeğin örttüğü düzenekten yayılan kokuyu içinize çekin. Ağazat, Rimbaud’un ‘duyuları parçala’ önerisini yerine getirdiği gibi, Rimbaud’dan farklı olarak, parçalanmış duyuların nasıl yeniden bütünleneceğini de gösteriyor.

Kokunun soyut bir ip gibi tüm sergi boyunca eserleri, geçmiş ile şimdiyi, hafıza ile duyuyu, sanatçı ile alımlayıcıyı birbirine bağladığı ‘Bir Yaz Günü Öğleden Sonra’; temel malzemesi porselen kadar değerli fakat kırılgan bir dile sahip. Yine Pavese’nin ‘Parfümler’ şiirine dönersek: ‘öyle yalın ki, el çırptırır çocuklara / öyle yüce ki, ürpertir azizleri…’

23 Mayıs, 2010

Dergiden Okumadıysanız: Ses ve Şiir / Giorno Poetry Systems

Not: Bu yazıdan önce punk şiirin Ted Hughes ve Thom Gunn yazılarını okumak daha iyi olur, üçleme tamamlanmış olur.


Ses ve Şiir: Giorno Poetry Systems

Multimedya şiir
3G teknolojisine geçtiğimiz şu günlerde, telefonun nitelikleri katlanarak artarken; 1969 yılına dönüldüğünde, telefon sınırlı sayıdaydı ve evet, şiir bir tür ‘sesli mesaj’ın yerini tutuyordu. Basit bir sistemdi; sana verilen numarayı çevirdiğin anda Jim Carroll ya da Allen Ginsberg ya da artık şansına kim gelirse, şiirlerini kendi seslerinden okumaya başlıyorlardı. Her gün değişen bir kayıt havuzundan seçilen şiirler, herhangi bir sansüre uğramadan, kâğıttaki haliyle aktarılıyordu. Sabah işe gitmeden önce dinlediğiniz şiir, sadist bir eşcinselden bahsedebilir; gece canınız sıkıldığında karşınıza çıkan şair, uyuşturucu kullanımına dair övgüler düzebilirdi. ‘Dial-A-Poem’ adı verilen bu yaratıcı sistemin arkasındaki isimse, döneminin en önemli şairlerinden biriydi. Mültimedya şiir deneyimlerinin ilk örneklerini ortaya koyan 1936 doğumlu Amerikalı John Giorno, kendi kurduğu ‘Giorno Poetry Systems’ derneği altında, 20.yüzyılın son büyük sanatçılarını buluşturan iletişim ağını, bir elektrik kablosu gibi, modern kültürün tüm öğeleri üzerine çekecekti.

Şiiri yazının esaretinden kurtarmak
New York’da doğup büyüyen Giorno, erken 60’larda dâhil olduğu sanat çevresi içinde kendini bir şair olarak konumlamak için biraz beklediyse de, özellikle Columbia Üniversitesi’ni bitirmesinin ardından, kendisi kadar hevesli diğer genç insanlarla tanışmaya başladı. Roy Lichtenstein, Jasper Johns, Bob Rauschenberg, Yvonne Rainer ve Robert Morris gibi danstan mimariye, resimden performansa kadar pek çok alanda üretim gösteren; daha sonraları kendi alanlarında birer zirveyi temsil edecek olan insanlarla ortak mekânlarda buluşuyor ve bu buluşmalarda, sanata dair güncel sorunları saatlerce tartışarak yeni sonuçlara ulaşmaya çalışıyordu. Büyük bir partinin içine düşen Giorno’nun vardığı sonuç, şiirin güncel hayatta ne kadar yer kapladığıyla ilgili olacaktı. Giorno’ya göre, 1965 yılına kadar bir şairin kullanabileceği kanallar çok sınırlıydı; ya şiir dergileri, ya kitaplar. Şiirin dışında kalan diğer sanat dalları ise, yanarak tükenme denilen kontrolsüz bir enerjiyle, hiç olmadığı kadar yoğun bir gelişim süreci içerisindeydi. Şiire dayatılan sessiz kaderi yaşamak istemeyen Giorno, çevresindeki diğer sanatçılardan fazlasıyla etkilenerek, eklektik bir şiir platformu oluşturmak için derin bir arzu duymaya başlamıştı. Bu arzunun varacağı nokta daha belirginleşmemişken, Giorno, hayatı boyunca etkisini taşıyacağı iki karşılaşma gerçekleştirecekti. 1962 yılında, New York’daki ilk solo sergisini hazırlayan Andy Warhol ile tanışması, sihirli bir çarpışma gibi Giorno’yu kutsayacaktı. 2 yıl boyunca sevgililik ile birbirine aşırı düşkün iki arkadaş arasında gidip gelen bir ilişki içine giren Giorno ve Warhol; her ne kadar sanatın farklı yüzlerini temsil etseler de, birbirlerine karşı destekleyici bir güç görevi görüyorlardı. Warhol’un ‘Pop Art’ teorisi çevresinde şekillenen konformist tavrı ile Giorno’nun oluşturmaya çalıştığı yeni şair modeli, görünür ve yıkıcı bir etki yaratmak adına aynı yoldan ilerliyordu.

17 Mayıs, 2010

Bir+Bir+Birhan Keskin



Birhan Keskin

Kabuk Kırılınca

Bir+Bir / Mayıs / Sayı 3






Bir+Bir'in yenisinde Birhan Keskin'le 'Soğuk Kazı' ve bu kazıdan çıkan sonuçlar üzerine konuştuk.

16 Mayıs, 2010

Rüya Notları

Çok fazla rüya görüp, bu rüyaların büyük bir kısmını hatırlayabiliyorum. Hatırladıklarımdan kurtulmak için rüya notları tutmam gereken zamanlar bile oldu. Yataktan kalkar kalkmaz, her şeyi yaz bitsin kağıda geçsin gitsin. Rüyalarını not alacağın bir sabaha dalmak kısa süre sonra doğru gelmedi. Bugün, o kısa süre içerisinde aldığım kısa notlardan birini buldum. Oysa kağıtların çoğunu çöpe attığımı zannediyordum. 6 Kasım 2008'de yatmışım, 7 Kasım 2008'de uyandığımda şöyle yazmışım:

Yürüyen merdivenin üzerindeyim. Hiçbir çaba sarfetmeden yükseliyorum, hareket bile etmiyorum. Yürüyen merdiven metal bir tepenin zirvesinde sonlanıp kendini başa sarıyor. Son basamak da içe yitmeden yürüyen merdivenden sıçrayarak iniyorum. Vardığım yeri uzun süre seyrediyor, tanımlamaya çalışıyorum. Metal bir tepe değil burası; yükseklerde saklı, aliminyum kaplama düz bir ova sadece. Kurumuş batakların griye döndüğü yol üzerinde yürümeye başlıyorum. Gökyüzünde jetler beliriyor, jetleri farketmemle birlikte, yanımda demir madenleri patlıyor. Bu patlamaların yarattığı beyaz ışık dinince Kara'yı görüyorum. Benle beraber yürümeye başlıyor solgun yolu. Bastığımız yer küfleniyor, paslanıyor. Kara, konuşmaya çalışınca gökyüzünde jetler hırçınlaşıyor. Artık göğün rengi de bir değişik; süzgün bir kızıllık hakim oluyor çevremize. Demir patlamaların beyaz hiddeti bu kızıllığı lekeliyor. Patlamaların ışığında, gökyüzünün kapatıcılığında, jet, bomba ve yıldız sesleri arasında dümdüz ilerliyoruz. Kimi yollar ne denli uzayacağını ilk adımda belli ediyor.

The Radio Dept. - Memory Loss
Geneva - The God of Sleep

28 Nisan, 2010

Güzel Acı Hurts







İnsanlarla müzik üzerinden konuşmaya başladığımda, geçmişe bağlılığım, bugünün üzerine paylaşacaklarımızı azaltıyor. Oysa yeniye dair söyleyecek çok fazla sözüm var: These New Puritans, the Horrors, the Maccabees, Wild Beasts vs. Şimdi bu listeye kocaman bir isim daha yerleşti. Hurts. Hem onların geçmişle olan açık bağları, benim için bir tür anma ritüeline dönüşüp, beni çelişkiden kurtarıyor. Bir nevii güven duygusu ya da ona benzer bir sıcaklık, anında kendini hissettiriyor. Manchester çıkışlı  Theo Hutchcraft ve Adam Anderson ikilisinden oluşan Hurts, elektropop'u başladığı yerin karanlığına, 80'lere geri götürüyor.

Daha bir senesini doldurmamış grup, bu yaz ilk albümlerini yayınlayacak. Taşıdıkları vahşi enerji, onlara karşı kayıtsız kalamayacağımızı belli ediyor. Grubun müziği de, bu enerjiden payını alarak, bilindik melodileri bilinmedik tonlarda dönüştürüyor. Melankolisiyle Suede'i, ciddi duruşuyla Japan'i ve muhtemelen üyelerinden birinin gey olmasıyla Pet Shop Boys'u anımsatan Hurts (farkettiyseniz, en sevdiğim grublara benzetiyorum onları); iyi müziğin yanında, iyi bir ifadeye de sahip. Theo ve Adam, NME kapaklarından çok, Vogue Hommes kapaklarına yakışacak bir ikili. Kapak fotoğrafını çekecek yegane isimse Hedi Slimane olur artık.

New Romantic / Şıklık kaygısı / Melankoli / Açık Vermeyen Tavır gibi çeşitli kodları üzerinde toplayan Hurts, daha çok can yakacak gibi. Yeni single'ları 'Better Than Love'ın stilize videosu, geleceğe dönük bu izlenimi kanıtlıyor.

Hurts - Better Than Love
Hurts - Wonderful Live

Better Than Love'ın harika videosu içinse: http://www.youtube.com/watch?v=bn8tBgI1BVQ